webnovel

SOUL, BODY AND SILICON

I am still in the correction phase right now. I can assure you that I will translate this novel to English, as soon as I have enough free time.

Tobkar · Khoa huyễn
Không đủ số lượng người đọc
8 Chs

ULAŞILAMAYAN YARININ DÜŞLERİ

 Alhsom; karanlık bir odada, yerde, tek başına oturuyordu. Nerede olduğunu bilmiyordu. Ne kadar süredir orada olduğunu da bilmiyordu ama uzun zamandır; belki günlerdir, belki de aylardır öylece beklemiş gibi hissediyordu. Peki, neyi bekliyordu? İçerisi soğuktu ama dayanılamayacak kadar değildi. Uzun süre orada oturduğu için soğuğa alışmış olmalıydı. Bir süre etrafına bakındı, karanlıktı fakat gözleri karanlığa alışmıştı. Bomboş bir odanın içindeydi. Görünürde hiçbir eşya, pencere ya da kapı yoktu. Panik olmadı, çünkü ait olduğu yer orasıymış gibi hissediyordu. İçten içe bu soğuk ve karanlık odadan kaçmak için cılız bir arzu duyuyordu ancak bastıramayacağı kadar yoğun bir arzu değildi bu. Birden odanın köşesinde bir kapı açıldı ve önünde bir kadın silüeti belirdi. Karanlıkta, görüş alanının sınırındaki bu kapıyı fark etmemiş olmalıydı. Silüet yavaş yavaş ona doğru yaklaşmaya başladı. Arkasında bıraktığı açık kapıdan parlak bir ışık içeriye doğru süzülüyordu. Üşüyordu. Silüet yaklaştıkça ışık daha da parlıyor, Alhsom'un onu net olarak görmesine engel oluyordu. Sadece yaklaşan kişinin onun yaşlarında bir kız olduğunu biliyordu. İçerisi hâlâ soğuktu. Silüet yaklaştıkça oda daha da aydınlanıyordu. Alhsom görmek için gözlerini kısarak baktı ve kızın havada dalgalanan açık renkli saçlarını gördü. Ne renk olduğunu anlayamamıştı ama açık renkliydi. Kız sonunda Alhsom'a ulaştığında hiç beklemeden ona sarıldı. Kızın bedeni sıcacıktı, saçlarından çok hoş bir koku yayılıyordu. Niyeyse bu koku ona tanıdık gelmişti. Alhsom da kollarını kızın sırtına doladı. Çok hoş bir histi. Uzun zaman sonra sıcaklığı tattığını hissetti. Artık üşümüyordu, artık karanlıkta değildi. Kızı asla bırakmak istemiyordu. Çok korkuyordu, ya tekrardan soğukta kalırsa diye. Bu, alışkın olmadığı bir şey değildi fakat sıcaklığı tatmıştı bir kere. Bırakmak, o karanlık odada geçirdiği eski günlerine geri dönmek istemiyordu. Kıza sımsıkı sarılmaya devam etti, artık ondan da sıkı. Ayrılmak istemiyordu ama kime sarıldığını görmek istemişti, ona tekrardan sıcaklığı ve ışığı getiren kişiyi. Yavaşça kollarını yumuşattı ve geri çekildi. Ancak kızın yüzüne baktığında odadaki ışık gitgide büyüdü ve gözlerini kamaştırarak onu görmesine engel oldu.

 Sonra uyandı, içinde bir boşluk hissiyle. Bu sefer gördüğü rüyayı hatırlıyordu. Gördükleri hiç gerçekçi şeyler değildi ama hissettikleri o kadar gerçekti ki… Telefonunu alıp saate baktı, alarmdan önce uyanmıştı. Bu, hiç ondan beklenecek bir hareket değildi. Tekrardan uyuma gibi bir şansı da yoktu. Bu nedenle, erkenden hazırlanıp okula gitmeye karar verdi. Yüzünü yıkamak için tuvalete gittiğinde aynaya baktı. Gözünün altındaki morluk çoğunlukla geçmiş, saçları gözlerinin önüne gelmeye başlamıştı. Normalde düzenli olarak kestirirdi ama son zamanlarda yaşadığı bunca şey arasında aklına gelmemişti. Saçları babasınınki gibi mat siyah renkliydi. Tam evden çıkarken uyanan annesi Alhsom'a seslendi:

"Henüz erken değil mi?"

"Dersten önce biraz takılayım dedim."

"Ben de okuluna gidecektim öğretmeninle konuşmak için. Henüz yeni izin koparabildim. Birlikte gitmeye ne dersin?"

"Ben şu an gitmek istiyorum. İstersen sonra gelirsin."

"Ama sınıfının yerini bilmiyorum."

"İkinci katta."

"Daha önce hiç okuluna gitmedim. Bana etrafı göstermek istemez misin? Hem şu uyuşturucu kullanan çocukları da kendi gözümle görmüş olurum."

"Ortada bir uyuşturucu yok aslında. Neyse gidince göreceksin zaten."

Annesi iç çekti. "Peki… İyi dersler."

"Hoşça kal anne." Annesine karşı aksi tavırlarından dolayı biraz vicdanı sızlamıştı ama şu anda hiç ona açıklama yapacak hâlde değildi. Kafası da sürekli başka yerdeydi zaten. O yüzden, muhabbeti olabildiğince kısa tutmaya çalışıyordu.

 Alhsom bahçe kapısına vardığında Gille ile karşılaştı. "Günaydın." dedi. "Günaydın." diye karşılık verdi o da. Okul kapısından içeri girdikten sonra bir daha sesli konuşamayacaklardı bu yüzden kapıda biraz oyalandılar. Derslerde dikkat çekmemek için hiç konuşmuyor, teneffüslerde de oturdukları yerden yazışarak ya da fısıldaşarak anlaşıyorlardı. Kimse koridora ya da bahçeye çıkmadığı için onlar da çıkmıyordu. Okul günleri iyice sıkıcı bir hâl almıştı. Özellikle Gille ve Misa için. Ama Alhsom için pek sorun olmamıştı. En azından bol bol kitap okuyacak zamanı oluyordu. Fizik dersi bitince Alhsom; Gille ve Misa gibi hemen telefonunu açtı. Misa'dan bir mesaj gelmişti:

Şu beyaz saçlı adam, bizimle ne zaman tekrardan iletişime geçer?

Yine hiçbir şey anlamadım ya! Sen hâlâ fizik okuma konusunda kararlı mısın? yazdı Gille.

Gerçek fiziğin burada gördüğümüz şeyler olduğunu düşünmüyorum. yazdı Alhsom da.

Sonra birden koridordan gelen ayak seslerini duydu. Kimse konuşmadığı için çok rahat duyuluyordu. Annesi mi gelmişti acaba? Gelenin annesi olmama ihtimaline karşın hemen telefonu cebine attı, diğerleri de aynısını yaptı. Ruhsuzlar telefon kullanmıyordu çünkü. Ders çalışmak için akıllı sıraları yetiyordu ya da boş boş duvarı izliyordular. Telefonla yakalanırlarsa henüz onlara katılmadıkları çok net anlaşılırdı. İyi ki de öyle yapmışlardı çünkü gelen Freddie'ydi. Yürürken hafif öne çıkan göbeği sallanıyordu. Özensizce bağladığı kravat ve resmiyet için giydiği lacivert takım elbise üstüne hiç yakışmıyordu. "Alhsom, annen okula geldi." dedi. Alhsom cevap vermedi. "Alhsom, beni duyuyor musun?"

"Evet." dedi sakince. Sesini ruhsuzlara benzetmeye çalışıyordu.

"Neden geldiğimi biliyor musun?"

"Hayır."

"Saygı konusunda konuşacaktık. Bu konuda ne biliyorsun?"

"Öğretmenlerimize ve büyüklerimize karşı saygılı olmalıyız."

Yapmacık olduğu çok belliydi ama başka bir şey de gelmiyordu aklına. Hızlı düşünmek zorundaydı. Freddie hırıltılı sesiyle iğrenç bir kahkaha attıktan sonra cevap verdi:

"Sonunda siz de pes ettiniz demek. Biliyordum, başarabileceklerini biliyordum! Sonunda başardım, hepinizi mükemmel yaptım."

Ardından Alhsom'a sert bir tokat salladı. Neye uğradığını şaşıran Alhsom'un gözleri öfkeyle parladı fakat sonra kendini tutmayı başardı. Tepki vermeden yüzünü çevirdi. Gille'in de irkildiğini hissetmişti ama o da sesini çıkarmamıştı. Buraya kadar gelmişken yakalanamazlardı. Alhsom boşluğa bakmaya başladı. Yanağı sızlıyordu, yüzünde kesinlikle el izi kalmış olmalıydı. 'Seni bir elime geçireyim…' diye geçirdi aklından. Freddie Alhsom'u bırakıp ağır adımlarla orta sıralara doğru yürümeye başladı. "Artık hepiniz bana aitsiniz. İstediğim her şeyi yapabilirim, her şeyi!" dedi bağırarak. Misa'nın yanına gittiğini görünce Alhsom'un gözleri fal taşı gibi açıldı. Adamın suratındaki pis gülümsemenin yerini bir anda hüzünlü bir ifade almıştı.

"Ah, Misa… Yaz üniforması sana o kadar yakışıyordu ki havaların yeniden ısınmasını iple çekiyorum." Elleriyle kızın çenesinden tuttu ve yüzünü kendine çevirdi. "Ne güzel gözlerin var. Keşke karımın da gözleri seninki gibi yemyeşil olsa." Misa tir tir titriyor, bir yandan da kendini tutmaya çalışıyordu. Titrediğini Alhsom bile fark etmişti ancak Freddie fark edemeyecek kadar kendini kaptırmış gibiydi. "Lanet olsun!" dedi. "Bir kerecik olsun saçlarını okşamak istedim, takıldığın diğer çocuklar gibi benimle de konuş istedim. Başından beri bunun mümkün olmadığını biliyordum, seni eninde sonunda birinin elde edeceğini biliyordum. Yine de bir türlü kabullenemiyorum işte. Bir tek benim ol istiyorum. Bunun nesi yanlış ki? Neden ben işe yaramaz, cahil bir kadınla ve para yemekten başka bir şey bilmeyen hayırsız bir evlatla birlikte yaşamak zorundayım? Beni ancak bu yolla kabullenebilecek olmana üzülüyorum. En çok da gülüşünü bir daha göremeyeceğime üzülüyorum."

Alhsom yumruklarını sıkmaya başladı. 'Eğer ona zarar vermeye kalkarsan…' diye mırıldandı. Ne yapabilirdi ki? Müdahele etmeye kalkarsa yakalanırdı ama oturup olanları izleyemezdi de. Freddie, az önce Misa'nın çenesini tuttuğu eliyle okul üniformasını tek hamlede çekerek çıkardı. Diğer eliyle de tek bacağını okşamaya başladı. "Seni ilk defa çıplak göreceğim!" dedi heyecanla. Alhsom Gille'e baktı. Alnından akan soğuk terler, net bir biçimde görünüyordu. Bir şeyler yapmalıydı. Bir şey yapmak zorundaydılar. Misa sızlanıyor, istemsizce kendini adamdan kaçırmaya çalışıyordu. Freddie hâlâ farkında değil gibiydi. Sanki transa geçmişti. Kravatını çıkardı. "Gömleğimin kalmasında sakınca yok, değil mi? İğrenç göbeğimi görmek istemezsin diye düşünüyorum." Cevap beklemeden sorduğu bir soruydu. Misa'nın karşı koyamayacağını biliyordu çünkü hâlâ daha onu da ruhsuzların arasına kattıklarını düşünüyordu. "Özür dilerim, gerçekten özür dilerim. Sen bu kadar güzelken… Yani benim gibi iğrenç bir adamla…"

"Bay Freddie!" dedi Alhsom aniden ayağa kalkarak.

Gille onu dürttü. "Ne yapıyorsun sen?" diye fısıldadı kulağına. "Şimdi yakalanacağız."

"Ne var?" diye sordu Freddie sert bir sesle.

"Birazdan ders başlayacak çıkmanız gerekiyor."

"Sen buna karışamazsın!" dedi yine aynı sertlikle. Ardından pantolonunun fermuarını indirdi.

"Lanet olsun! İşe yaramadı." dedi Alhsom, Gille'in duyabileceği bir seste.

"Bu çok tehlikeliydi." dedi Gille.

"Ne yapsaydım Gille? Ne yapabilirim ki? Hiçbir şey yapamamaktan nefret ediyorum. Yapacak gücüm olmamasından nefret ediyorum."

"Sanırım bir planım var ama biraz daha beklemek zorundayız Alhsom. Buradan sonrası Misa'nın iradesine bağlı."

Freddie, pantolonunu çıkardıktan sonra kızın üstüne yürüdü. Tam Misa'yı tutacakken kız, ayağa kalktı ve geri çekildi. Onun da yüzü ter içinde kalmıştı ve korktuğu çok belli oluyordu.

"Hey, sen nasıl?" dedi adam şaşkınlıkla. Ardından onu yakalamak için Misa'nın üstüne atladı. Kız kurtulmak için kasıklarına bir tekme yapıştırdı ve hızla sınıfın diğer tarafına kaçtı. "Bu nasıl olur? Sen ne cüretle bana karşı gelirsin?!" öfkeyle bağırıyordu. Sıraların üstünden atlayıp Misa'yı köşeye kıstırdı. Kız, kaçacak yerinin olmadığını görünce diz çöküp ağlamaya başladı. "Buraya gel, seni küçük kaltak." Sağ elini tokat atmaya hazırlanır şekilde havaya kaldırdı ancak geri indiremedi. Alhsom çoktan yanına gelmiş ve kolunu havadayken yakalamıştı.

"Ona dokunmayacaksın." dedi sert bir tonla. Bu yaptığına o da inanamıyordu. Kendini hiç olmadığı kadar cesur hissediyordu. Freddie sertçe elini geri çekti. Alhsom yeterince sıkı tutamamıştı çünkü.

"Siz nasıl bana karşı koyarsınız? Hepinizi dize getireceğim. Hepinizi!"

O sırada öğretmen de sınıfa girmişti ve hiçbir sorun yokmuş gibi ders anlatıyordu. Öğrenciler dersi dinliyor, Misa ise yerde ağlıyordu.

"Hey, Freddie! Karın ve çocuğun hakkında söylediklerin doğru mu? Gerçekten de onlardan nefret ediyorsun ve çalıştığın okuldaki öğrencileri arzuluyorsun öyle mi?" Gille sonunda sessizliğini bozmuştu. Konuşurken korkudan istemsizce sesi titriyordu.

"Demek sen de ha? Evet, doğru. O gerizekalı, çirkin kadından da bakmak zorunda kaldığım ihtiyar babasından da eve gelince yüzüme bile bakmayan nankör oğlundan da nefret ediyorum! Ne yapacaksın? Söylesene! Ne yapabilirsin? Hâlâ bilincinizi nasıl koruduğunuzu bilmiyorum ama kendinizi ele vererek büyük bir hata yaptınız. Şimdi onları çağırıyorum."

"Hiçbir şey yapmayacaksın. Eğer az önce söylediklerinin tüm internete yayılmasını istemiyorsan hiçbir şey yapmayacaksın." Ardından telefonundan ses kaydını açtı. Freddie'nin az önce söylediklerini kayıttan çalıyordu. Freddie önce dehşete düştü, sonra gerginliğini gizlemek istercesine bir kahkaha attı. "O kayıtlar kimseye ulaşmayacak. Ben güçlüyüm, kimlerle bağlantım olduğunu bilmiyorsunuz. Yüklediğiniz her siteden sildiririm, kopyalarının da yapay zekâ ürünü olduğunu söyletirim. Size devlet memuruna şantajdan dava açarım!"

"Sen de bizim kimlerle bağlantımız olduğunu bilmiyorsun. Siber güvenlikte çalışan müttefiklerimiz var. Daha da önemlisi; tuhaf görünümlü, beyaz saçlı bir adam da bize yardım etme konusunda çok istekli görünüyor. Bu adamın neler yapabileceği konusunda bilgin var mı? Sen onları sildiremeden bu kayıtlar çoktan yabancı ve özgür sitelere ulaşmış olur. Aileni kaybedersin, işini kaybedersin." Gille tüm korkusuna rağmen duruşunu koruyup Freddie'ye karşı baskın olmaya çalışıyordu.

"Albern?.. Siz, onu nasıl… Devlet benim yanımda!" dedi Freddie öfkeden kıpkırmızı olmuş bir şekilde. Bir yandan da tekrardan giyinmeye başlamıştı.

"Devlet daha büyük işlerin peşinde. Sen sadece onların kuklasısın ve en ufak hatanda yerine başkasını koymaktan çekinmezler. Sence de tüm bunları sen öğrencileri taciz edebil diye mi yapıyorlar?" İşe yaraması hayatî önem taşıyan bir blöf yapıyordu şu anda.

"Bunu size ödeteceğim. Göreceksiniz, hepinize yaptığınız saygısızlıkların bedelini fitil fitil ödeteceğim." Üstünü giydikten sonra hızla sınıftan çıktı ve kapıyı öfkeyle çarptı.

"Eğer bir şey yapmaya kalkarsan bu videoları yayarım." diye bağırdı Gille arkasından.

"Vay be!" dedi Alhsom. İkilinin konuşmasını sessizce ve şaşkınlıkla dinlemişti. "Bunu düşünebildiğine inanamıyorum."

"İşe yaramasına ben de şaşırdım. Şansımıza, Freddie yüksek mevkili birisi de çıkabilirdi. Neyse ki düşündüğüm gibiymiş. Bir kumar oynamak zorunda kaldım ve kazandım."

"Peki, neden harekete geçmek için işlerin kızışmasını bekledin ki?"

"Sadece Misa'ya yaptıklarını çeksem, bunları onu korkutmaya yetmeyebilirdi. Ben de ailesi hakkında daha fazla şey söylemesini beklemek istedim ancak sen harekete geçince benim de harekete geçmekten başka şansım kalmamıştı. Neyse ki kendine fazla güveniyordu. Böylece ona başta söylediği şeyleri tekrarlatabildim. Ailesini kaybetmekten korkuyor olmalı."

"Zekice ama tehlikeli bir planmış. İstemeden de olsa benim de yardımcı olabilmeme sevindim." dedi düşünceli bir şekilde. Ardından ne durumda olduğunu görmek için Misa'ya döndü, kız artık ağlamıyordu. Alhsom'la göz göze gelince gözyaşlarını kolunun tersiyle sildi ancak yerden kalkmaya tenezzül etmedi. Başından beri hiçbir şey söylememişti, aynı şok içindeki ifadeyle boşluğa bakmayı sürdürmüştü. Alhsom ona elini uzattı. "Hadi kalk. Geçti artık."

Misa ise eline sertçe vurarak karşılık verdi. "Dokunma bana!" dedi titrek bir sesle. Normalde hoş ve insanı dinlendiren sesi, bu sefer daha çok Keira'nın yanındaki kızın cılız sesine benzemişti. Alhsom şaşkınlık içinde geri çekildi. Kafasını yere eğip "Üzgünüm." dedi. Ardından koşarak sınıftan çıktı. Gille ise şok içinde arkasından bağırmak zorunda kaldı:

"Alhsom dur! Lanet olsun! Yine nereye gidiyorsun?"

 Kaçıyordu. Her zamanki gibi içindeki rahatsız edici his ortadan kaybolana dek kaçacaktı. Tam öğretmenler odasının önünden geçiyordu ki gözü annesine takıldı. Kapı açıktı annesi de kapının önündeki bir sandalyede başını öne eğmiş bir şekilde oturuyordu. Arkasında kovboy şapkalı bir adam vardı. Bu Misa'yla buluştuğu gün gördüğü adamdı. Yüzünü yine gölge düşürerek gizlemişti; yalnızca, karanlığın içinde iki kırmızı göz, nokta şeklinde parlıyordu. Adamın elinde; parmakları mekanik, kalanı deriden bir eldiven vardı. İşaret parmağında içi yeşil renkli bir sıvıyla dolu olan bir iğne monteliydi ve o iğneyi annesinin giydiği elbiseden dolayı açıkta kalan omzuna vuruyordu. Havalar soğumaya başlamışken annesinin niye öyle bir elbise giydiğini anlayamıyordu zaten. Önce gördüğü manzaraya anlam veremedi, sonrasındaysa dehşete düştü. Adam, Alhsom'u fark edince göz göze geldiler. İki kırmızı nokta artık ona bakıyordu. Korkudan dizlerinin bağı çözülen Alhsom var gücüyle koşmaya başladı, hızla merdivenlerden indi. Tam kapıdan bahçeye çıkıyordu ki gözleri karardı ve göz kapaklarını tekrar araladığında kendini bir sınıfta, en arka sırada ders dinlerken buldu. Neye uğradığını şaşırdı. Sanki bir anda oraya ışınlanmış gibiydi. Etrafına bakındı, sınıftaki kimseyi tanımıyordu. Tahtada bir harita açıktı. Ders, coğrafya olmalıydı. Alhsom'un sınıfı, bölümü nedeniyle coğrafya derslerinden muaftı. Haritayı incelediğinde geçen yıl gördüğü ortak konulardan birinin işlendiğini gördü. Alt sınıflardan birinde olduğuna karar verdi ama buraya nasıl gelmişti ki? Hatırladığı son şey o ürkütücü kovboydan kaçtığıydı. Saat, 11.45'i gösteriyordu. Alhsom gözlerine inanamadı. Sınıftan kaçtığı sırada 3. dersi işliyorlardı. 4. ders ise 11.30'da başlıyordu. Yani şu anda 4. dersteydi ve kovboy kostümlü bu ürkünç adamı, o kadar uzun süre gözetlemediğine emindi. En arka sırada cam kenarında oturuyorken istem dışı camdan dışarıyı izlemeye başladı. Zemin katta olmalıydı. Cam okulun tanıdık olan bahçesine bakıyordu böylece hâlâ daha Tyronfield Lisesi'nde olduğundan emin olmuştu. Camdan dışarıya bakarken bahçede gezinen birisi olduğunu gördü. Bu, o adamdı. Elinde bir altıpatlar vardı. Bir anda Alhsom'un olduğu pencereye doğru döndü ve silahını kaldırdı. Alhsom ne olduğunu anlayamadan pencere paramparça olmuştu. Cam parçalarının bazıları Alhsom'un omzunu ve karnını kesmişti. Neyse ki ciddi bir yara yoktu. Alhsom hızla sırasını çekti ve kendini yere attı. Yanında bir kız oturuyordu ve onun da elinin kanadığını fark etti ancak kız hiçbir tepki vermeden dersi dinlemeyi sürdürüyordu. Adam tekrardan altıpatları kaldırdı ve kırık pencereden içeri doğrulttu. Alhsom sürünerek sınıfın öbür ucuna gitti. O sırada tabancanın içindeki barut bir daha patladı ve karşıdaki duvarı deldi. Alhsom panik içinde bağırdı:

"Yardım edin! Kimse yok mu yardım edin!"

Askılıkta duran ceketlerden birkaçına sarılıp siper almaya çalıştı. Sınıftaki herkes hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyordu. Adamın pencereden içeri girdiğini gören Alhsom koşarak kapıya doğru ilerledi ve koridora çıktı. Koskoca adam, pencereye nasıl sığabilmişti ki zaten? Yardım çığlıkları atarak bahçeye çıktı. Arkasına baktı. Evet, kovboy onu takip ediyordu ancak neyse ki adımları görece yavaştı. Alhsom evin yolunu tuttu, aklına gidecek başka yer gelmemişti. Koşarken bağırmaya, yolda gördüğü herkesten yardım istemeye devam etti fakat herkes onu görmezden geliyordu. 'Neler oluyor? Yoksa artık dışarısı da mı ruhsuzlarla doldu?' diye düşündü. Kimse yok muydu? Yardım eli uzatabilecek kimse... Koşmaya devam ederken üzerine bir yorgunluk çöktüğünü hissetti. Başı dönmeye ve göz kapakları gitgide ağırlaşmaya başladı. Ardından yine her şey karanlığa gömüldü. Gözlerini tekrar açtığında, havanın kararmaya başladığını fark etti. "Of, hayır! Yine mi?" diye düşündü. Bu kadar zamanın geçmiş olması imkânsızdı. Telefonundan saate baktı. Tam 18.00'ı gösteriyordu. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi? Tekrardan evine yürümeye başladı. Concord City'de gece olduğunda da şehir ışıkları her yeri aydınlatmaya devam ederdi. Buradaysa tek tük sokak lambaları ve şarj istasyonlarının ışıklandırması dışında neredeyse hiçbir şey yoktu. Böylece yıldızlar da net bir şekilde görülebiliyordu. Misa, o gün ilgisini gökyüzüne çekene dek bunu fark edememişti. Tuhaf bir şekilde Misa'nın yıldızının yerini hatırlıyordu. Fırsattan istifade kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Yıldızlar henüz yeni belli olmaya başlamışlardı ve Alnilam, net bir şekilde görülebiliyordu. Kısa bir süreliğine yıldızları incelemeye dalmışken arkasından gelen bir sesle irkildi. Sesler, ayak seslerini andırıyordu ve gitgide yaklaşıyordu. "Yeter artık kaçmak istemiyorum!" diye yüksek sesle isyan etti. Gelen yine o adam olmalıydı. Eğer öyleyse uykudayken ona çoktan yetişmiş olması gerekiyordu. Sahi, neden uyuyakalmıştı ki? Yeniden koşmaya başladı, sokaklar çoğunlukla boştu. Tyronfield Lisesi ve Alhsom'un evinin olduğu yerler özellikle daha tenha oluyordu. Misa'nın onu götürdüğü yerlerse New Tyro'nun en işlek caddelerindeydi. "Keşke şimdi orada olsaydım." diye düşündü. "O restoranda, o masada, Misa'nın karşısında oturuyor olsaydım." O an, rutin hayatından sıkılıp okuduğu kitaplar ve oynadığı oyunlardaki gibi aksiyon yaşamak istediğine pişman oldu. Sonunda evlerinin olduğu sokağa gelebilmeyi başarmıştı. Sokağın çevresine aynı kendilerininki gibi birkaç müstakil ev dizilmişti. Ayrıca yakın civarda bir şarj istasyonu, eski bir çocuk parkı, küçük bir market ve bir de tekel bulunuyordu. Bunca zaman Alhsom'un arkasındaki ayak sesleri kesilmemişti. Alhsom dönüp arkasına bakmaya korkuyordu. Hızlıca kapıyı arkasından kilitledi ve kendini salona attı. Annesi evde yoktu. Doğru ya, en son… Ona ne olmuştu? Ardından kapının çalındığını duydu. Alhsom tir tir titriyordu. Artık kaçacak bir yeri kalmamıştı. Tıklatma sesleri sonrasında yumruklara dönüşmüştü. "Zil var orada! Niye basmıyorsun?" diye bağırdı Alhsom korku içinde. Ardından sesler kesildi ve kapı bir tıkırtı sesiyle birlikte açıldı. Gelen annesi miydi yoksa? Kapıdaki siluet ona döndü. Karanlıkta parlayan iki kırmızı nokta belirdi. "Lanet olsun!" dedi Alhsom. "Lütfen, lütfen beni yalnız bırak! Yanlış bir şey yapmadım. Benden ne istiyorsun? Anneme ne yaptın?!" Adam hiçbir şey söylemedi, sadece elindeki altıpatları Alhsom'a doğrultmakla yetindi. Alhsom hızlı bir manevrayla kendini salondaki koltukların birinin arkasına attı. Koltuk baskıyla ters döndü ve altı parçalandı. Neyse ki Alhsom'a bir şey olmamıştı. Adam aynı soğukkanlılıkla yeniden silahını hazırladı ancak bu sefer tetiği çekemeden kolunu birisi yakalamıştı. Arkadaki adam, kovboyun kolunu kıvırıp onu kendine çektikten sonra suratına bir yumruk yapıştırdı. Çarpışan metal sesleri duyuldu. Yoksa o da mı bir cyborg'tu? Adam aldığı darbe sonucu lambanın düğmesine çarparak odanın aydınlatmasını aktifleştirdi. Arkadaki adam şimdi net bir şekilde görülebiliyordu. Bu, o beyaz saçlı adamdı. "Görüşmeyeli uzun zaman oldu Kovboy." dedi beyaz saçlı, tanıdık soğuk sesiyle. Ne yani, adı gerçekten de kovboy muydu? Diğeri yine cevap vermedi. Belinden bir kırbaç çıkardı ve sallamaya başladı. Kırbaç duvarlara çarpıyor ve annesinin astığı çerçeveleri yere düşürüyordu. Beyaz saçlı sakince bekledi, kırbaç sağ koluna sarılana kadar bekledi. Ardından bir anda kolundan dışarıya doğru sivri dikenler çıktı ve kırbacı paramparça etti. Dikenler geri yerine girdi. Bu sefer de kolundan yukarıya doğru uzun sivri bir kılıç uzandı. Alhsom olanları koltuktaki delikten izliyordu. "Gelmek için hep son anı beklemek zorunda mısın?" diye isyan etti. Beyaz saçlı gülümsedi, kovboy ise hâlâ daha gözlerini beyaz saçlıdan ayırmamıştı. Ani bir hamleyle 2. bir silah çekti ve arka arkaya ateş etti. Beyaz saçlı çevik hareketlerle kılıçlı kolunu savurdu ardından önünde şeffaf bir kalkan oluşturdu. Bir çeşit enerji huzmesine benziyordu bu. Çok geçmeden arka arkaya gelen mermilere dayanamayıp parçalandı.

"Ne oldu? Cephanen tükendi mi yoksa?" dedi alaycı bir sesle.

"Yokluğunda yeni teknikler öğrenmişsin." dedi adam, beyaz saçlınınkini andıran ama görece daha duygusuz bir sesle.

"Boş durmamı mı bekliyordun? Biliyorsun Kovboy; Aydınlığın Arayıcıları ben olmadan bir hiçti."

"Sen sadece bir hilebazsın." dedi adam ve arkasından yoğun bir ışık yayarak ortadan kayboldu.

"O… yok oldu." dedi Alhsom şaşkınlıkla.

"Sakin ol. Sadece ışınlandı." dedi beyaz saçlı.

"O teknoloji bulundu mu?"

"Ah, bu kadar yeter! Çok şey biliyorsun." Ardından elini demir bir sopaya dönüştürüp Alhsom'un kafasına geçirdi. Alhsom bu harekete anlam vermeye bile vakit bulamadan düşüp bayıldı.

 Uyandığında kendini karanlığın içinde bir sandalyede otururken buldu. Karanlık ve soğuk bir odanın içinde… Ayağa kalkmaya çalıştı ama nafile. Kollarından ve bacaklarından sandalyeye kelepçelenmişti.

"Kimse var mı?" diye seslendi korku ve endişe içinde. Buraya nasıl gelmişti? Neredeydi? Beyaz saçlı adam onun dostu değil miydi? Bir anda karanlığın içinden bir kapı açıldı ve içeriyi ışıkla doldurdu fakat bu sefer o ışığın içinden bir kız değil beyaz saçları birbirine karışmış, orta boylu bitkin bakışlı bir adam çıktı.

"Sonunda uyandın demek." dedi sakince. "Neden burada olduğunu merak ediyorsundur. Sen sormadan açıklayayım."

Elini havaya kaldırmasıyla birlikte ışıklar açıldı. Odanın loş bir aydınlatması vardı. Artık Alhsom, belli belirsiz ayrıntıları seçebiliyordu. İlk fark ettiği ayrıntı, yine adamın sağ gözü oldu. Göz yuvarına loş ışıkta parlayan, mavi renkli, robotik bir göz monte edilmişti. Ardından adamın hemen yanında duran, kendisininkine eş bir sandalyede oturmakta olan bir diğer silüeti fark etti. Sonrasında adam sandalyeyi ona doğru ittirince oturan kişiyi net bir şekilde görebildi. Bu kişi annesiydi! Ağzına bir ip gerilmiş ve aynı onun gibi kollarından ve bacaklarından sandalyeye kelepçelenmişti. "Anne!" diye bağırdı istemsizce.

"Büyülü Yılan Konseyi'ni bilir misin?" dedi adam umursamadan.

"Büyülü yılan… Magic Serpent... Bu o rozette yazan şey!"

"Rozette ha? Nerede gördün bu rozeti?"

"Okula gelen ilaçlamacılar! Onların normal olmadıklarını biliyordum. Hey, tüm bunların annemle ne alakası var?!"

"Sakin ol, anlatacağım. Council of the Magic Serpent, antik bir büyücü topluluğudur. Daha doğrusu bu ismi onlara havalı olduğunu düşündükleri için insanlar vermiştir. Onlar kendilerini basitçe 'Büyücüler Konseyi' olarak da adlandırırlar. Bir noktada kendilerine yılan figürünü sembol olarak benimsemişlerdir. İnsanların onlara taktığı isim de buradan gelir. Uzun bir süreliğine ortadan kaybolmuşlardır bu yüzden haklarında dolaşan birtakım söylentilerin de unutulmuş olması oldukça normal. Hatta genel kanıya göre onlar sadece birer efsaneden ibaretler ancak bu doğru değil. Onlar en az benim kadar gerçekler ve yüzyıllardır hatta binyıllardır gizli emellerin peşinden koşturuyorlar. Siyasetle yakından ilgilenirler; zamanında kralları kontrol ediyorlardı, devletlerin iç ve dışişlerine burunlarını sokmayı severler. Şimdiyse senin ve annenin peşindeler."

"Peki neden ben?!"

"Sözümü kesme lütfen. Çünkü sizde diğerlerinde olmayan bir güç var. Siz büyüye bağışıklılığı olan nadir insanlardansınız. Büyücüler konseyinin üyeleri yıllardır sizin gibi karşılarına çıkabilecek insanların peşine düşüp onları avlıyor. Bense sadece ikinizden birini kurtarabilecek güce sahibim. Bu nedenle bir seçim yapman gerekiyor: Seni mi kurtarayım yoksa anneni mi?"

"Hayır, hayır, hayır! Bu seçimi yapmak zorunda mıyım gerçekten?"

"Zor olduğunu ben de biliyorum ama başka çaren yok. Ayrıca zamanımız daralıyor."

Alhsom kısa bir süreliğine hayatını düşündü. Hep sıkıcı bir yaşam sürdüğünü düşünmüştü, şimdiyse onu bırakmak istemiyordu. Belki ileride daha tatmin edici bir hayatı olacaktı. Nasıl olabilirdi ki? O zamana kadar yaşamaya devam etmesindeki tek motivasyonu daha okuyabileceği çok kitabın olmasıydı. Henüz hayatlarına ve deneyimlerine eşlik edebileceği, farklı altyapılardan gelmiş birçok farklı insan tanıyabilirdi. Görüşlerini, yaşam hakkındaki düşüncelerini öğrenebilirdi. Peki ya kendisi ne düşünüyordu? Yaşamaya devam etmesindeki amaç neydi? Eğer o an ölecek olsaydı bulunduğu noktaya gelene kadar yaptıklarının bir anlamı olacak mıydı? Tüm bunlar saniyeler içerisinde aklından geçirmişti. Aklından geçen bunca düşünce, kafası patlayacakmış gibi hissetmesine neden oluyordu. Sonunda kararını her kelimesinde duraksayarak açıkladı:

"Kendimi kurtarmayı seçiyorum."

"Pekâlâ." dedi adam ve ağır adımlarla odanın kenarında duran masaya doğru ilerledi. Masanın üstü, karanlıkta ayrıntıları anlaşılamayan deney tüpleri ve birtakım laboratuvar aletleriyle doluydu. Masanın yanında bir süre oyalandıktan sonra elinde bir şırıngayla ve yol boyunca yere bakarak Alhsom'a doğru yürümeye başladı. Adam şırınganın ucuna birkaç kez tıklattıktan sonra kafasını kaldırdı. Böylece Alhsom, adamın donuk yüzünde görünüşüne hiç de uymayan bir ayrıntı fark etti: sabah çiyi gibi tek bir damla gözyaşı. Yine yaptığı bir el hareketiyle, Alhsom'un annesi kelepçelendiği sandalye ile birlikte ortadan kayboldu. Alhsom olanlara hiçbir anlam veremiyordu.

"Hey, ne yapıyorsun? Anneme ne yaptın?!"

Adam hiçbir cevap vermeden aynı donuk bakışlarla şırıngayı Alhsom'a yaklaştırdı, içi bulanık renkli bir sıvıyla doluydu ve ani bir hareketle ucundaki iğneyi boynundan içeri sapladı. Sonrasında gördüğü tek şey ise karanlıktı.