geçen hafta ütopyayı okudum, Richard.
More'un yaşadığı çağda kral, Tanrı'nın yeryüzünde temsilcisi bilinen,
gücünü doğrudan doğruya Tanrı'dan alan kutsal bir varlık sayılırdı. Oysa
More'un bir sözcüsü olarak, Raphael Hythloday'in kralların görevleri ve
yetkileri konusunda düşündükleri o çağın görüşlerine hiç uymamaktadır.
More'un çağdaşlarına göre, istese bile haksızlık edemeyecek kadar ulu bir
varlık olan kral, uyruklarının canlarının da, mallarının da efendisidir. Kralın
ne kadar çok parası olursa olsun, savaş başlıca uğraşı olduğuna ve bir ordu
beslediğine göre, bu para gene de az gelir ona. Gerçi kral, canı isteyince,
uyruklarının varına yoğuna el koyabilir, ya da özel vergilerle onlardan para
koparabilir ama, uyruklarının fazla varlıklı ya da fazla bağımsız olmaları,
gene de bir tehlikedir kralın güveni açısından. Çünkü varlıklı ve özgür
insanlar, haksızlığa ve baskıya kolay kolay katlanamazlar.
Oysa yoksullar,
acı çekmeye, köle gibi yaşamaya alışıktırlar; onların başkaldırma gücü
tümüyle tükenmiştir.
şu an benim de hissettiklerim tam olarak bu
ben modern bir köleyim.
ufak bir burs kazanmak için yeniden tez yazıyorum, her sabah karanlıkta okula gidip geliyorum.
yaz saati uygulaması sayesinde insanlar güneş doğmadan evden çıkıp gün batınca eve dönüyor.
başkaldırma gücümün ve gençliğimin tükendiğini hissediyorum. her sabah Julio Iglesias dinledikten sonra yola çıkıyorum; bir öğrenci beni şikayet etmesin diye dua ediyorum.( seni mikrobiyolojiden uzak tutmaya çalışıyorum)
nerde kalmıştım?
İşte Raphael Hythloday'in, daha doğrusu Thomas
More'un gözümde, korkunç bir durumdur bu. Yalnız halk için değil, kral için
de bir yüzkarasıdır.
"Çünkü insanlar, kralları insanların yararı için başa
getirdiler, kralların yararı için değil... Kralın en kutsal görevi, kendininkinden
önce halkın mutluluğunu düşünmektir."
bu cümleyi çok sevdim.
ülkemin durumunu anlatıyor.
yirmi yıl önce ülkemde militarizmin çizmelerinde ezilmekten yorulmuştu. bir kurtarıcı bekliyordu ve o kurtarıcı yirmi yıl sonra halkı sivil botlarıyla ezmeye başladı. kaderimiz bu..
Zorbalığa başvuran bir kralın, tahtta
oturmaya hakkı yoktur: "Yurttaşların kin bağladığı, hor gördüğü bir kral;
halkı ezerek, soyarak, dilenci durumuna düşürerek tahtında tutunabilecekse,
bıraksın krallığı, insin gitsin tahtından... Halkın acıları, iniltileri ortasında
keyif sürmek, krallık değil, zindan bekçiliği demektir."
savaş ve para hırsıyla zorbalık arasındaki kopmaz bağları anlattıktan sonra,
bu bölümün sonunda, kitabın temel düşüncesine, Utopia'nın ikinci
bölümünde uygulanışını göstereceği düşünceye geçer: Düzen bozukluğunun,
haksızlığın, yoksulluğun tek nedeni, ulusal servetin tam bir eşitlik içinde
bölüşülmemesidir: "Malın mülkün kişisel bir hak olduğu, her şeyin parayla
ölçüldüğü bir düzende, toplumsal adalet hiçbir zaman gerçekleşemez...
Büyük çoğunluk yoksulluk içinde kıvranırken, doymak bilmez bir avuç
insana memleketin bütün zenginliklerini sömürten bir devlette" mutluluk
olamaz.
Raphael, bu görüşünün bazılarına aykırı geleceğini bilir ama,
açıkça konuşmaktan da çekinmez: "Benim söylediklerimde yadırganacak,
her yerde söylenmeyecek, hatta yararlı olmayacak ne var?" diye sorar.
ne yazık ki fikirlerimi özgürce savunmaktan korkuyorum. Sıradan bir vatandaş olmanın tek faydası yazdıklarımın takip edilmemesi nedeni ile cezaevi yolunun açılmaması.
Raphael'e göre bu tutumunu, Platon da benimsemiştir, Hazreti İsa da. Ne
var ki usta vaizler, İncil'in öğretisini bile bile yanlış yorumlamışlar, kimi
Hıristiyanların vicdan rahatlığı içinde halkın malına mülküne el koymasına
göz yummuşlardır. Oysa, "Mülk sahipliğini ortadan kaldırmak, memleketin
zenginliğini eşitçe, doğrulukla dağıtabilmenin ve insanlığı mutluluğa
kavuşturabilmenin tek yoludur. Mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli
oldukça, en kalabalık ve en işe yarar sınıf, yoksulluk, açlık, umutsuzluk
içinde yaşayacaktır."
Raphael, ulusal servetin halk arasında, eşitçe
bölüşüldüğü bir ülkeyi görmüş ve "Utopia'nın kurumlarını başka ülkelerinkiyle
karşılaştırınca, bir taraftaki bilgeliğe ve insanlığa, öbür taraftaki akılsızlığa
ve barbarlığa" şaşmaktan kendini alamamıştır. Gerçekten de, ikinci
bölümde göreceğimiz gibi, More'un Utopia'sındaki durum, o sırada Avrupa
devletlerinde görülen durumun tam karşıtıdır: Avrupa'da zorbaca saltanat
süren kralların baskısı varken, Utopia'da kralsız bir özgürlük vardır;
Avrupa'da yıkıcı bir kargaşa varken, Utopia'da kusursuz bir düzen vardır;
Avrupa'da vicdan özgürlüğü yokken, Utopia'da dinsel açıdan hoşgörü vardır;
Avrupalılar para kazanmayı ve mal mülk edinmeyi düşünürlerken, Utopia'lılar
kafalarını bilgiyle donatmayı düşünürler; Avrupa'da eğitim üst sınıfın
tekelindeyken, Utopia'da eğitim herkese açıktır; Avrupa'nın zenginleri ve
çoğu kadınları aylak gezerlerken, Utopia'lıların kadınları da erkekleri de her
gün belirli bir süre çalışmak zorundadırlar ve en önemlisi, Avrupa'da küçük
bir azınlık gereğinden fazla varlıklı ve büyük bir çoğunluk yoksulluk
içindeyken, Utopia'da herkes ulusal servetten eşitçe yararlanmaktadır.
Raphael Hythloday, Utopia düzeninin temeli olan bu ekonomik eşitlik
ilkesinin yadırganacağını söylemişti ya, şimdi More o ince alaycılığıyla,
kendi öz düşüncesini dile getiren Raphael'e karşı çıkıyormuş gibi yapar:
"Sizin düşüncelerinize katılmak şöyle dursun, bence tam tersine, mülk
ortaklığını uygulayan memleket dünyanın en yoksul memleketi olacaktır.
Halkın yiyecek, giyecek ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaksınız? Herkes işten
kaçacak ve başkasının emeğiyle geçinecek. Yoksulluk tembelleri işe sürse
bile, yasa herkesin hakkını başkalarına karşı koruyamayacağı için,
durmadan başkaldıranlar olacak ve sizin devlette kan gövdeyi götürecek...
Korku, saygı veren şeyi almış olacaksınız üstlerinden. Kimseyi kimseden
üstün saymayan bu hep bir sıradan insanların nasıl bir devlet olabileceğini
düşünemiyorum bile." Günün birinde Utopia'ların gerçekleşmesine gönlü razı
olmayan tutucuların basmakalıp savlarıyla alay etmek amacını güderek ileri
sürülen bu beylik görüşler, ileride göreceğimiz gibi kimi eleştirmenlerce
ciddiye alınmak istenmiş, birtakım saçma sapan yorumlara uğramıştır.
Birinci bölümün sonunda, Raphael, More'un oyununa gelip, sanki kendi de
Utopia adası da More'un hayal gücünün bir ürünü değilmiş gibi, "Hayal
gücünüz böyle bir devleti tasarlamaya yetmiyor" dedikten sonra; orada beş
yıl yaşadığını ve ancak Utopia'yı başka ülkelere tanıtmak amacıyla oradan
ayrılabildiğini söyler. Bunun üstüne More, gemicinin bu mutlu adayı en
küçük ayrıntılarına kadar anlatmasını ister. Önce yemek yerler; sonra
bahçede gene aynı yere oturup, ikinci bölümde anlatılanları dinler.
Utopia'nın mutlu adayı ele alan ikinci bölümü, birincisinden hem iki kat daha
uzun, hem de çok daha ilginçtir. Bu bölümde Thomas More, (artık
Raphael Hythloday demeyelim de More diyelim) sanki gerçek bir yermiş de
orasını kendi gözleriyle görmüş gibi, Utopia'yı ayrıntılı olarak anlatır.
Eskiden Utopia bir ada değilmiş; ama bu kusursuz düzeni vaktiyle kuran ve
adaya kendi adını veren akıllı ve erdemli Kral Utopus, ele geçirdiği
toprakları karaya bağlayan 15 millik kıstağı yok edip Utopia'yı bir ada
yapmayı, savunma açısından daha doğru bulmuş.
Uzunluğu 500 mil, en geniş yeri 200 mil olan bu adada, 54 tane büyük ve
güzel kent vardır. Aynı plana uyularak kurulan ve birbirinin eşi olan bu
kentlerin her biri, bir diğerinden 24 mil uzakta olduğu için, bir günde
yürüyerek, birinden ötekine geçilebilir. Bunlardan Amaraute'nin ("açık seçik
görülemeyen" anlamına gelir) başkent yapılmasının tek nedeni, adanın
ortasında bulunması ve herkesin oraya kolayca ulaşabilmesidir. Utopia'nın
öteki kentlerinden ne daha büyük ne de daha güzel olan Amaraute, surları,
taş köprüleri, geniş ve çamursuz sokakları, rahat evleriyle, temizliği ve
ferahlığıyla, on altıncı yüzyılın Londra'sına hiç mi hiç benzemez.
Eskiden Utopia'da evler, çerden çöpten, tek katlı kerpiç kulübelermiş.
Şimdiyse taş ya da tuğladan, üç katlı, sağlam ve rahat yapılar var. Her
evin arkasında, Utopia'lıların çeşit çeşit ağaçlar, yararlı bitkiler, meyveler ve
çiçekler yetiştirdikleri büyük bahçeler yer alıyor. Utopia'lılar, her güzel şeye
özen gösterdikleri için, bu bahçelerin de hoş ve bereketli olmasına önem
verirler. Hatta, kimin emek verip en bakımlı bahçeyi yaptığını saptamak
amacıyla, her kentte yarışmalar düzenlenir. Bahçelerin ve evlerin arasında
duvarlar bulunmadığı gibi, kapıların kilide de yoktur. Hiç kimsenin özel
eşyası olmadığı, ne varsa herkesin malı olduğu için, canı isteyen,
başkasının bahçesine ve evine girebilir. Birkaç ailenin en azından 40 kişinin
birlikte oturduğu bu evlerdeki yaşantıyı, günümüzde birçok kişinin özlemini
duyduğu komünlerdeki, yani ortaklaşa yaşanılan evlerdeki yaşantıya
benzetebiliriz. Örneğin her evde, beş yaşından küçük çocukların beraber
bakıldıkları büyük bir oda vardır. Ama Platon'un Devlet'inden farklı olarak,
analar kendi çocuklarına bakarlar bu yuvada. Ancak anaları ölmüş ya da
hasta olan bebeklere bir sütnine bulunur. Utopia'lılar her on yılda bir,
numara çekerek, evlerini değiştirirler, başka bir eve taşınırlar. Nedeni
açıklanmayan bu kural, More'un, insan denilen varlığın ruhbilimsel yapısını
ne denli iyi bildiğini gösterir; çünkü ömür boyu aynı evde oturan bir kişinin,
o evi artık kendi öz malı saymasından daha doğal bir şey olamaz. Böyle bir
mülkiyet duygusunun gelişmesini ise önlemek gerekir. More bunu
düşündüğü gibi, adanın ayrıntısıyla her şeyini, otellerini bile düşünmüştür.
Gerçi Utopia'ya pek az sayıda yabancı gelir ama, onlara ayrılan dayalı
döşeli evler vardır gene de.
Utopia'da bir kent dört eşit bölgeye bölünür. Her bölgenin bir çarşısı vardır.
Gerekli eşyalar ve toprağın verdiği ürünler, bu çarşılarda depo edilir.
Bulaşıcı hastalıkları ve pisliği önlemek için, besin maddeleri bu çarşılara
gelmeden önce, kentin dışındaki akarsularda iyice yıkanıp temizlenir.
Utopia'lılar, insan yaradılışının en güzel yanlarından biri saydıkları acıma
duygusunun kan döke döke körleşmemesi amacıyla, yenilecek hayvanları
kendi yurttaşlarına kestirmezler. Utopia'da para diye bir şey yoktur. Her evin
başı, çarşıya gidip, istediği kadar eşya ve yiyecek alır. Her şey bol olduğu,
herkes de yöneticilere güvendiği için, çarşıdan gerektiğinden fazla eşya ya
da yiyecek almak, aklından bile geçmez bir Utopia'lının. Yöneticilere güven
duymakta da haklıdırlar; çünkü Utopia'nın ekonomik düzeni akıllıca
planlanmış; herkesin "yiyeceği içeceği en ince hesaplarla belirlenmiştir."
Yöneticiler, çeşitli bölgelerdeki durumu inceleyip neyin nerede bol, nerede
kıt olduğunu saptarlar. Belirli bir eşyanın ya da bir yiyeceğin bol olduğu
kentler, bunların kıt olduğu kente, hiçbir karşılık istemeden yardımda
bulunurlar. Bir yıl sonraki hasadın nasıl olacağı bilinmediği için üretim,
Utopia'nın tüm gereksinmelerini iki yıl karşılayacak biçimde ayarlanır.
Fazlası ise, ya yabancı ülkelerin yoksullarına bedava dağıtılır; ya da insaflı
fiyatlarla dış ülkelere satılır.
Utopia'lıların oturdukları evlerin yanında, ortaklaşa kullanıp toplandıkları ve
birlikte yemek yedikleri büyük bir ev daha vardır her sokakta. Gerçi bir
Utopia'lının çarşıdan yiyecek alıp kendi evinde yemesi yasak değildir ama,
Utopia'lılar evlerinde mutfak işleriyle uğraşmayı saçma bulurlar; kadınların
nöbetleşe pişirdikleri lezzetli yemekleri büyük evde hep beraber yemeyi
yeğlerler. Sofrada, yalnız kız çocukları değil, erkek çocukları da büyüklere
hizmet ederler. Yemekler başlamadan önce, dua yerine, doğruluk ve
erdem üstüne yüksek sesle bir parça okunur. Kimse sıkılmasın diye, bu
parçanın kısa olmasına dikkat edilir. Müzik eşliğinde yenilen bu yemeklerde,
uzun uzun sohbet edilir. Hem bu sohbetin yaşlıların tekelinde kalmaması,
hem de gençlerin kendi aralarında taşkınlık etmemeleri amacıyla, her
gencin yanına bir yaşlı oturtmaya ayrıca özen gösterilir. Yaşlılar, gençlerin
hiç çekinmeden konuşmaları, düşündüklerini açıkça söylemeleri için,
ellerinden geleni yaparlar. Gençlerle yaşlıların kaynaşmasını, çağımızda
kuşaklar arasında gittikçe derinleşen uçurumun açılmamasını böylece
sağlamış olurlar belki de.