Yurttaşların ekonomik açıdan eşitliği üstüne kurulduğu için, gerçek anlamda
bir demokrasi olan Utopia'da, bu eşitliğin bir simgesi olarak, herkes bir
örnek giyinir.
okul yıllarımda hepimiz aynı üniformayı giyerdik, ileriki yıllarda yeni Türkiye'de
zorunluluk kalktı. Öğretmenler artık bir karış sakal ve bakımsız ütüsüz pantolonla hatta türbanla derslere girebiliyor.
sabah kalkınca saçların taranmasına gerek yok, takım elbise giyip sol yakamıza ATATÜRK rozeti takmıyoruz çünkü müdürün kızmasından korkuyoruz.
cuma günü öğlen tatil oluyor bu adı konulmamış bir tatil, öğlene doğru herkes dersleri boşluyor, öğrenciler namaza gitme bahanesi ile izin alıp sigara içmeye gidiyor.
Ancak kadınlarla erkeklerin, bekârlarla evlilerin kılıkları
arasında bazı küçük ayrımlar vardır.
evlenince kadınlar hayatın bittiğini düşünüyor kendine bakmaktan vazgeçiyor.
Yöneticiler ve din adamları da, tıpkı
öteki Utopia'lılar gibi giyinirler.
ATATÜRK aslında din adamlarına tolerans tanımıştır. devrim kanunlarına uygun giyinmeyi her vatandaşa sorumluluk olarak benimsetmiş ancak din adamlarına sarık cübbe serbestisi getirmiştir.
ütopyada tek tip elbise halkı bir futbol takımına benzetir.
Kışın da yazın da giyilebilen bu giysilerde
"hem güzellik, hem de rahatlık aranır."
Utopia'lılar güzelliğe çok önem
vermekle beraber, kadınların yüzlerini gözlerini boyamalarını, altınlar,
inciler, elmaslar takınmalarını pek gülünç bulurlar. More'un da bu görüşü
paylaştığından hiç kuşkumuz yok; çünkü anlatıldığına göre, gelini ondan
incili bir gerdanlık isteyince, More bu gerdanlığı bezelye tanelerinden yapıp
genç kadına armağan ederek, bu çeşit hevesleri önlemenin yolunu
bulmuştur. Utopia'lılar, kıymetli taşları cilalayıp, oynasınlar diye küçük
çocuklara verirler. Bunların pırıltısından ilkin hoşlanan çocuklar, büyüyünce
bebeklerinden ve öteki oyuncaklarından vazgeçtikleri gibi, bunlardan da
vazgeçerler. Yıldızların, ayın, güneşin ışığını görebilen yetişkin bir insanın,
elmasların cılız pırıltısına kapılmasını, aklın alamayacağı kadar saçma bulur
Utopia'lılar. "El Dorado" denilen altın dolu ülkelere varıp, yağma etmek
hırsıyla yanıp tutuşulan bir çağda, Utopia'lılar, incilerle elmaslara
aldırmadıkları gibi, altına da önem vermezler. Onlara göre, altınla gümüş,
sırf ender bulundukları için, ahmakça değerlendirilmişir.
altın denince aklıma hep aynı öykü geliyorRichard LEE.
kral kuyumcuya saf altın verip taç yapmasını ister. Arşimet yoğunluk farkından dolayı kuyumcunun hırsızlık yaptığını ispatlar ve kelle gider.
suya batırılan taç hacmi kadar su taşırmıştır. birim hacimdeki madde miktarı doksan olmadığı için gümüş katıldığı ortaya çıkar.
işte bilimin gücü!
sevgi dolu,
akıllı bir ana olan doğa, hava, su, bitkiler gibi yararlı ne varsa yeryüzünde
bırakmış; bu yararsız nesneleri de toprağın derinliklerine gömmüştür. Onun
için Utopia'lılar, tabaklarla kupalarını, güzel işlenmiş topraktan ya da
camdan; en bayağı ev eşyasını da, yani lazımlığı da, altından yaparlar.
Altını gözden düşürmek için, bir şakadır bu elbette. Ama ne ilginçtir ki, belki
Utopia'nın bu parçasını anımsayarak, Lenin de aynı biçimde şakalaşmış,
halkın kullanacağı helaların altından olmasını önermiştir. Altını rezil etmek
fırsatını hiç kaçırmayan Utopia'lılar, suç işleyenlerin boynuna altın zincirler,
parmaklarına altın yüzükler, kulaklarına altın küpeler takarlar.
ütopyada yaşamak için neler vermezdim!
(gram altının son günlerde ücretini görünce bu isteğim arttı.)
More,
Utopia'lıların bu tutumundan habersiz yabancı elçilerin, görkemli kılıklarıyla
adaya gelince, çocukların onlarla ne kadar eğlendiklerini anlatır: Ada
halkının gözlerini kamaştırmak amacıyla, altınlarını ve kıymetli taşlarını
takan elçiler küçük Utopia'lıların maskarası olurlar. Kimi onları soytarı, kimi
de suçlu sanır. Koskoca adamların incik boncukla süslenmesine ise, hepsi
şaşıp kalır. Aradan birkaç gün geçmeden, yabancı elçilerin aklı başına gelir;
onlar da Utopia'lılar gibi sadeliği seçerler.
Utopia devletinin yönetimi, demokratik bir düzen üstüne kuruludur. Her
kentte, otuzar aile yılda bir, gizli oyla bir yönetici seçer. Bu yöneticiler de,
halkın gösterdiği dört aday arasından, gene gizli oyla, Kent Başkanını
seçerler. Halk, Kent Başkanını beğeniyorsa, onu değiştirmek zorunda
değildir. Ama başarılı olmayan yönetici gelecek yıl seçilmez. Kent
başkanlarından oluşan bir Kurultay, ülkenin durumunu gözden geçirip
kararlar almak üzere her üç günde bir, gerekirse her gün, toplanır. Halka
zarar verebilecek herhangi bir kararın alınmasını önlemek amacıyla,
Kurultay üyelerinin toplantı yeri dışında gizlice bir araya gelmeleri yasaktır.
Bu yasağa uymayanlar, ağır cezalara çarptırılır. Kurultay üyelerinin iyice
düşünüp taşınmadan, duygularına kapılıp kararlar vermelerinin; ya da
halkın yararlarını unutarak kendi kişisel görüşlerinin ağır basmasını
önlemenin de çaresi düşünülmüştür: Önemli bir sorunla karşılaşınca,
hemen o gün bir karara varılmaz. Söz konusu sorun, ancak üç ayrı
toplantıda tartışıldıktan sonra bir karara bağlanır. Utopia'da bir çeşit senato
sayılabilecek ikinci bir kurultay da vardır. Her yıl, başkentte toplanıp ülke
sorunlarını görüşmek üzere, 54 kentin her birinden seçilmiş, görmüş
geçirmiş, üç yaşlı başlı kişiden oluşur bu ikinci kurultay.
Utopia'da yasa sayısı çok azdır; çünkü bu toplumun üyeleri hem kusursuz
bir biçimde eğitilmiş ve örgütlenmiştir; hem de özel mülkiyet olmadığı için,
neyin kimin malı olduğunu saptamaya çalışan ve Avrupa'da yıllarca süren
davalara ve bunlarla ilgili yasalara gerek yoktur. "Bir insanın, ya
okuyamayacağı kadar çok, ya da anlayamayacağı kadar şaşırtıcı ve karanlık
yasalarla bağlanmasını, hak ve adalete aykırı bulur Utopia'lılar." Onun için
yöneticiler, çok az sayıda olan yasaları halkın iyice kavramasına ayrıca
özen gösterirler. Utopia'lılar da bu yasaların doğruluğuna inandıkları için,
bunlara karşı koymayı akıllarından bile geçirmezler; "baba" adını verdikleri
ve onlara gerçek bir babanın sevecenliği ve anlayışıyla davranan yargıçlara
sonsuz bir güven beslerler. Herkesin kendi kendini savunması daha doğru
sayıldığından, mahkemelerde avukat yoktur. Avukatların olmayışı ve yasa
sayısının azlığı sayesinde, çeşitli yasal hileler ve yasaların kötü amaçlar
uğruna kurnazca yorumlanması da önlenmiş olur. Utopia adaletinin bir ilginç
yanı da, bir suçu düpedüz işlemekle yalnız tasarlamak arasında hiç ayrım
gözetilmemesi ve bir suçu tasarlayanların o suçu işlemiş gibi ceza
görmeleridir:
"Kötülük yapmak isteyen, sadece karşısına bir engel çıktığı
için bu kötülüğü yapmamışsa niçin suçlu sayılmasın?" diye düşünür
Utopia'lılar. Kusursuz bir düzende eğitilmelerine, geçim dertleri olmayışına,
toplumun onlara verdiği güven duygusuna ve yasaların doğruluğuna karşın,
gene suç işlemenin yolunu bulanlar, cezaların en ağırına çarptırılıp, köle
olurlar. Suçluluklarının utanç verici simgesi olarak boyunlarında altın
zincirler taşıyan bu kölelere verilen tek ceza da, yenilecek hayvanları kesip
yıkamak gibi zahmetli ve ağır işleri görmeleri ve başkalarından daha fazla
çalışmalarıdır. Ele geçirdikleri savaş tutsaklarına bile köleliği fazla onur kırıcı
bir ceza bulan Utopia'lılar, yabancı ülkelerde suç işleyenleri ara sıra köle
olarak satın alırlar. Utopia'lı olup da suç işleyenlere bir hayli sert
davrandıkları halde, bunlara karşı öyle olumlu ve insanca bir tutumları vardır
ki, yabancı ülkelerin kimi yoksulları, kendi yurtlarında sözde özgür
yaşayacaklarına, Utopia'da köle olmayı yeğ tutarlar. Utopia'lılar, böylelerine
ayrıca iyi davranırlar, nerdeyse, kendi yurttaşlarına gösterdikleri saygıyı
gösterirler. Aralarından kendi ülkesine dönmek isteyen biri çıkarsa binde bir
olur böyle bir durumda ona gereken para yardımı da yapılır.
On altıncı yüzyıl İngiltere'sinde, bir lokma ekmek çalan zavallılar bile
asılırken, Utopia'da ölüm cezası pek seyrek uygulanır. Utopia'lılar, biri suç
işledi diye onu öldürmenin, hem bu adama haksızlık olduğuna, hem de
topluma bir yarar sağlamadığına inanırlar. Köle durumuna düşüp
özgürlükten yoksun kalmak ise, bir suçlu için ölümden beter bir cezadır,
acıların en korkuncudur. Üstelik bir köle, hem topluma yararlıdır, hem aynı
suçu bir daha işlemesin diye örnek olur başkalarına, hem de günün birinde
yola gelip doğru dürüst bir insan olması olanağı vardır. İşte bu yüzden bir
köle, artık pişman olduğunu, iyiliğe doğru yöneldiğini, davranışlarıyla
kanıtlarsa, ya Başkanın ya da halkın isteği üzerine kölelikten kurtulabilir.
Ancak bir türlü yola gelmeyen, suç üstüne suç işleyen köleler, kudurmuş
bir vahşi hayvan sayılıp ölüm cezasına çarptırılır. On altıncı yüzyıl
İngiltere'sinde varlıklı sınıflar, soylular, toprak sahipleri, din adamları,
kadınların çoğu, yani toplam nüfusun yarısından fazlası tamamıyla aylak
gezerken; Utopia'da sağlık durumu engel olmadığı sürece, ister kadın, ister
erkek olsun, her yetişkin kişi çalışmak zorundadır. Başka ülkelerde
çalışanlar, değişik sınıflara bölünür: Kimi toprağı işler, kimi el emeği
gerektiren zanaatlarda çalışır, kimi askerlik yapar, kimi de okuma yazma
gerektiren işler görür. Oysa sınıfsız bir toplumdan oluşan Utopia'da, her
erkek ve kadın, hem tarım işleriyle uğraşır, hem bir zanaatta çalışır, hem
gereğinde asker olur, hem de okuma yazmaya bol bol vakit ayırır.
Utopia bir tarım ülkesi olduğundan, tarımla ilgili işler Utopia'lıların baş
uğraşıdır. Çocuklar bile bu işlerde eğitim görürler; bu sayede bedenleri de
gelişir. Her kentin yakınlarında, tarıma ayrılmış geniş topraklar vardır.
Kadın erkek her Utopia'lı, bu topraklardaki çiftliklere gruplar halinde yerleşip,
iki yıl süreyle nöbetleşe çalışmak zorundadır. Böylece kırsal bölgeye temelli
yerleşmiş bir köylü sınıfı bulunmadığı ve herkes sırayla köylü gibi çalıştığı
için, çağımızın başlıca sorunlarından olan köylü kentli ayrımı ve eşitsizliği
ortadan kalkmış olur. Utopia'lılar, iki yıllık tarım hizmetlerini tamamlayınca,
"çetin kol işlerinde uzun süre yıpranmamak için" kentteki mesleklerine geri
dönerler. Ancak, tarım işlerinden ayrıca hoşlananlar, izin isteyip çiftliklerde
diledikleri kadar çalışabilirler. Utopia'lılar, tarım alanında ayrıca
başarılıdırlar. Örneğin tavukları çoğaltmak için, çok akıllıca bir buluşları
vardır: Kuluçkalık yumurtaları tavuğun altına koymazlar; gerekli sıcaklığı
kendileri sağlayıp, civciv çıkartırlar. Havanın kötü etkilerini önlemeyi,
bilimsel yöntemlerle toprağı değerlendirmeyi, kıraç bölgeleri yeşertmeyi
bilirler. Sırasında imeceye de başvururlar: Çabuk yapılması gereken bir iş
olunca, çiftliklerdeki yöneticiler, kentteki yöneticilere ne kadar işçi
gerektiğini bildirirler. Bunun üzerine kırsal bölgeye bitişik kentten, istenilen
sayıda tarım işçisi gelir ve bir tek günde elbirliğiyle tüm işler yapılıverir. Gerçi
Utopia'da herkes çalışmak zorundadır ama, başka ülkelerde görülen
"hayvanlar gibi" çalışma, Utopia'lıların gözünde "ruh için de, beden için de,
işkenceden ve kölelikten beterdir. Onun için Utopia'lılar, üç saati
sabahleyin, üç saati öğleden sonra olmak üzere, günde yalnız altı saat
çalışırlar. Öğleyin iki saat dinlenirler. Yöneticilerin başlıca görevlerinden biri,
herkesin çalışıp çalışmadığım denetlemektir. Yolculuk sırasında bile,
aylaklığa göz yumulmaz. Herhangi bir yerde bir günden fazla kalan bir
Utopia'lının, orada kendi mesleğinde çalışması sağlanır hemen. Utopia bir
yana, tüm öteki ülkelerde nüfusun büyük bir çoğunluğu aylak yaşadığı için,
emekçi kitleler sabahtan akşama dek ölesiye didindikleri halde, gene de
yoksulluk vardır. Ama Utopia'da sadece altı saat olmak üzere herkes
çalıştığından, bu emek gücü tüm ada halkının bolluk içinde yaşamasına
yeter de artar da. Altı saat çalışma sorunuyla ilgili olarak Karl Kautsky,
Marx'm Capital'de ileri sürdüğü görüşlerin, tıpkı More'unkine benzediğini
belirtir: Marx'a göre çalışma saatleri, ancak kapitalist üretimin ortadan
kaldırılmasıyla kısaltılabilir. Çünkü kapitalist üretim, hem aşırı bir rekabet
hırsından ötürü emek gücünü boşuna harcamakta, hem de gereksiz bir
yığın işkolu yaratmaktadır. Kapitalist toplumlarda, bir sınıfın boş zamanı
olabilmesi için, emekçi kitleler tüm yaşamlarını çalışmakla geçirmektedirler.
Oysa herkesin çalıştığı bir toplumda, çalışma saatleri doğal olarak azalacak
ve bireylerin kafa açısından gelişmelerine zaman kalacaktır. Üstelik
Utopia'lılar, öteki ülkelerde olduğu gibi, sırf zengin sınıfların lüks hırsını
doyurmak amacıyla birtakım gereksiz ve uydurma işlere emek harcamazlar.
Bir tüketim toplumu değildir onlarınki. Renk renk ipeklilerden, kadifelerden,
her biri ayrı biçimde, süslü püslü bir yığın giysi yapmak zorunda değildirler
örneğin. More, yaşadığı çağın zenginlerinin akıllara sığmaz lüks
düşkünlüğüne karşı haklı bir tepki duyarak, Utopia'lıların kol işlerinde daha
az çalışıp, kafalarını geliştirmeye daha çok zaman ayırabilmeleri amacıyla,
onların gereksinmelerini sınırlandırmayı doğru bulmuştur. Böylece Utopia'da
başlıca meslekler, yapı ustalığı, marangozluk, demircilik, çömlekçilik ve
dokumacılıktır. Kadınlarla erkeklerin tamamıyla eşit oldukları Utopia'da,
kadınlar da bu mesleklerden birinde çalışır. Daha az beden gücü gerektirdiği
için, çoğu dokumacılığı seçer. Genel olarak Utopia'lılar babalarının
mesleğini seçerler.
ben de Ütopyalıyım, Richard.
babamesleğini seçtim.
Ama başka bir mesleğe heveslenenler, o işi iyi bilen bir
ailenin yanına evlat olarak verilir. Bir mesleği olan, ikinci bir mesleği
öğrenmek isterse, bu isteğini gerçekleştirmesi olanağı sağlanır.
ikinci meslek olarak mikrobiyolojiyi seçerdim. kanser araştırmalarına katılıp virüslerle savaşa girerdim.
Utopia'lıların altı saat çalışmalarını gerektirmeyecek herhangi bir durum
olursa, çalışma saatleri bir süre için daha da kısaltılır. Çünkü boş
zamanlarını akıllıca değerlendirmesini bilen insanların, beden gücü
harcayarak boşuna didinmeleri, hiç de doğru sayılmaz Utopia'da. Ancak
yöneticilerle, bilim dallarında çalışanlar, kafalarıyla sürekli çalıştıkları için,
bedenen çalışmak zorunda değildirler. Ne var ki çoğu yöneticiler, yurttaşlara
örnek olmak amacıyla bir kol işinde de çalışırlar. Bilimle uğraşmak için halkın
gizli oyuyla seçilenler ise, kendi dallarında başarılı olmazlarsa gene
bedenen çalışmaya başlarlar.
bilimde başarılıolduğumu düşünmüyorum, gönderdiğim makalelerinhepsireddeddildi şu durumda ben de hayali ülkede yaşasaydım beden gücü ile yapılan işlere dönerdim.
Buna karşılık, boş zamanlarında çalışıp bilgi
edinen bir kol emekçisi, gereğince yetenekliyse bilim kollarında çalışanlar
arasına girebilir. Çünkü Utopia'da işçi-aydın ayrımının sınıfsal bir kökeni
yoktur ve aydınlar kapalı bir sınıf olmadıklarından herkese aydın olmak fırsatı
verilmektedir.
Utopia'da ancak sağlık durumları çalışmaya uygun olanlar çalışmak
zorundadırlar. Yaşlılar ve hastalara gelince onlara büyük bir sevecenlik
gösterilir, özenle bakılır. Her kentin biraz dışında dört tane hastane vardır.
Bu sağlık evleri öyle büyüktür ki, bunları uzaktan gören küçük bir kent
sanabilir. Hastalar evlerinde kalabilirler canları isterse. Ne var ki, bu sağlık
evleri rahat ve güzeldir; hastane sorumlularının çarşıdaki besinleri herkesten
önce seçme hakkı olduğundan, orada yenilen yemekler öteki yurttaşların
yediklerinden de daha lezzetlidir; hekimler çok usta, bakım da çok iyidir.
Onun için sağlık durumları bozulunca, Utopia'lılar evlerinde kalacaklarına,
hastaneye yatmayı yeğ tutarlar. Utopia'da hastalara karşı tutumun en ilginç
yanlarından biri, belirli durumlarda "euthanasia"yı, yani iyileşmesi olanaksız
hastaların fazla acı çekmemeleri için ölmelerini doğru bulmasıdır. Biraz önce
de belirttiğimiz gibi Utopia'lılar, hastalarına ayrıca özen gösterirler, hiçbir
şeyi esirgemezler onlardan. Çaresiz hastalıklara tutulanları avutmak için
ellerinden geleni yaparlar, başuçlarında oturup uzun uzun konuşurlar onlarla.
Ama hastalık hem çaresizse, hem de sürekli ve dayanılmaz acılar
çektiriyorsa, hastanın yaşamı da ancak ölümle sonuçlanabilecek bir
işkenceye dönüştüyse, rahiplerle hekimler, artık ölüme katlanması için,
hastaya öğütler verirler. Ruhun ölümsüzlüğüne inandıklarından, hastanın
ölmekle hiçbir şey yitirmeyeceğini, olsa olsa acılarına bir son vereceğini
söylerler: "Böylece hasta, yüreklenerek, bir zindan, bir işkence olan belalı
hayatından, ya kendi eliyle kurtulur, ya da başka birisinin bu işi yapmasını
göze alır." Çoğu zaman uyuşturucu bir ilaçla uykuya dalıp, can çekişmenin
acısını duymadan, kendi yaşamına bir son verir. Hıristiyan dini kendini
öldürmeyi günahların en büyüğü saydığı halde, Utopia'lılara göre, hem akla
yakın, hem de erdemli bir ölümdür bu. Ne var ki, hiçbir çaresiz hastanın
yaşamına zorla son verilmez. Yöneticilerle rahiplerden izin almadan kendi
canına kıyan kişi ise, suç işlemiş sayıldığı için, ölüsü öteki Utopia'lılarınki
gibi gömüleceğine ya da yakılacağına, pis bir bataklığa atılıverir.
Katolik dini uğruna can veren More'un onulmaz hastaların ölümünü
hızlandırmayı doğru bulması, çok akla yakın olmakla beraber, bizi ne denli
şaşırtıyorsa, Katolikler boşanmayı hâlâ kabul etmedikleri halde; More'un
bundan nerdeyse beş yüz yıl önce, belirli durumlarda boşanmayı doğru
bulması da bizi o denli şaşırtıyor. Utopia'da evliliğin mutlu olmasına büyük
önem verilir, mutsuz çiftlere boşanma olasılığı tanınmasının nedeni de budur
belki. Kızlar 18, erkekler de 22 yaşından önce evlenemezler. Çoğu tutucu
toplumlardan farklı olarak, yalnız kızların değil, oğlanların da evlenmeden
önce başkalarıyla cinsel ilişki kurmaları yasaktır. Bu yasağa uymayanlar,
eğer yöneticilerce bağışlanmazlarsa, bekâr kalma cezasına çarptırılır;
çünkü Utopia'lılara göre, gençler canlarının çektiği kişiyle sevişmekte özgür
olursa, pek az kişi ölünceye dek aynı kadın ya da aynı erkekle yaşamaya
katlanabilir.
ütopyalılar günümüzde yaşasa swinger ve LGBT hakkında ne düşünürdü acaba?
Utopia toplumunda kadın, cinsel açıdan bir mal sayılmaktan kurtulduğu ve
erkekle eşit olduğu halde, ailenin başı erkektir gene de. Hatta More, ayda
bir kez kadınların, kocalarının önünde diz çöküp, suçlarının bağışlanmasını
dilediklerini ve bu sayede evlilik yaşantısının ferahlığa kavuştuğunu anlatır.
Evlilik yaşantısının gerçekten rahata kavuşabilmesi için, erkeklerin de aynı
şeyi yapmalarının daha yerinde olacağını düşünmez. More her açıdan
öylesine ilericidir ki, Karl Kautsky, toplum içinde değilse bile ailenin içinde
erkeğin kadından üstün tutulmasını haklı olarak eleştirir; bunun, yalnız
çağımızın sosyalizmine değil, More'un sosyalizmine de ters düştüğünü
söyler. Utopia'da evlenmeye niyetlenen çiftler, Raphael Hythloday'ın dediği
gibi, bizim çok "acayip" bulacağımız bir iş yaparlar: Yaşlı başlı, saygıdeğer
bir kadın denetimi altında, kız, oğlana; gene yaşlı başlı, saygıdeğer bir
erkeğin denetimi altında da, oğlan kıza, çırılçıplak gösterilir. Bunu ilk
duyduğunda, Raphael gülmeye başlamış; Utopia'lılar ise, bu geleneğin
gülünecek bir yanı olmadığını anlatmışlardır: Onlara asıl gülünç gelen,
evlilik konusunda öteki ülkelerin davranışıdır. Çünkü beş on kuruş verip
birkaç yıl kullanacağımız bir atı satın alırken bile, eğerini kaldırıp hayvanın
her bir yanını özenle gözden geçiririz. Gel gelelim ömür boyunca birlikte
yaşayacağımız eşimizin, göre göre yüzünü görebiliriz ancak. Oysa onun
bedeninde öyle bir kusur ya da bir çirkinlik olabilir ki, ne yaparsanız yapın,
ona ısınamazsınız bir türlü. Ne var ki, Utopia'lılar, evlendikten sonra
çirkinleşen, hastalanan, sakat kalan, ya da yaşlanan eşlerini bırakmaya
kalkarlarsa; yöneticilerden boşanma izni koparamazlar. Çünkü bir insanın,
tam yakınlık görmesini gerektiren acıklı bir durumdayken eşsiz kalmasını çok
ayıp sayar Utopia'lılar.
Utopia'da, ister kadın, ister erkek olsun, aldatılan eşe boşanıp başkasıyla
evlenmek hakkı tanınır. Aldatan eş ise, hem toplumun gözünde rezil olur;
hem de en ağır biçimde cezalandırılıp köle yapılır. Ne var ki, aldatılan kişi,
eşinden boşanmak zorunda değildir. Köle durumuna düşen vefasız eşine
çok bağlıysa, onunla evli kalabilir gene de. Kimi zaman da, suçlu eşin
pişmanlığı, suçsuz eşin de candan sevgisi, yöneticileri öyle duygulandırır
ki, merhamete gelip, köleye yeniden özgürlüğünü bağışlarlar. Ama
bağışlanan eş, bir süre sonra gene aynı suçu işlerse, onu ölüm cezasına
çarptırmaktan başka çare kalmaz o zaman. Eşler arasında sürekli
geçimsizlik, ya da eşlerden birinin dayanılamayacak kadar huysuz oluşu da
bir boşanma nedeni sayılır: "Karı koca anlaşamıyorlarsa, başka biriyle daha
rahat, daha sevinçli yaşayacaklarını umuyorlarsa, o zaman her ikisinin
isteği üzerine boşanıp başkalarıyla evlenebilirler. Ama Utopia'lılar, canları
isteyince başka biriyle evlenmek kolaylığının, karı kocanın sevgisini
çabucak bozabileceğini de göz önünde tuttukları için, aklı başında
erkeklerle kadınlardan oluşan bir kurul, durumu iyice inceleyip tartıştıktan
sonra, geçimsiz çifte boşanma hakkı verilir.
İngiltere'nin en ünlü tarihçilerinden Lord Acton'a göre, Sekizinci Henry,
More'un Utopia'da boşanmadan yana olduğunu göz önünde tutarak, onun
boşanmasını hoş göreceğini sanmıştı. Oysa More, bilindiği gibi, Kralın
Catherine'i bırakıp Anne Boleyn ile evlenmesine karşı çıktı. Ölüm cezasına
çarptırılmasının başlıca nedenlerinden biri de bu oldu. Ne var ki, bu konuda
Utopia'da ileri sürülen görüşlerle More'un kişisel davranışı arasında bir çelişki
olduğunu söyleyemeyiz gene de. Çünkü Utopia'da, ya aldatılan eş isterse,
ya da eşlerin her ikisi de isterse, boşanma olasılığı vardır ama, daha genç,
daha güzel bir kadına kapıldı diye hiçbir Utopia'lıya suçsuz bir eşi boşamak
hakkı verilmez. Evlilik konusunda olduğu gibi, başka konularda da,
Utopia'lıların erdemleri "çılgınlıklara yer vermeyen bir devlet düzeni içinde
gördükleri eğitimden" kaynaklanır. Utopia'da öğretmenler, çocuklara yalnız
bilgi vermekle kalmazlar; onlara doğru dürüst düşünmesini öğretirler her
şeyden önce. Doğru ahlakın ancak doğru düşünceden doğabileceğini
bildikleri için, tek amaçları, yalnız yöneticiler ile bilimle uğraşanların değil,
tüm yurttaşların gerçek anlamda aydın kafalı olmasıdır. Utopia'lılar, sırf bu
amaç uğruna, gereksiz tüketim malları yapmaktan kaçınıp, çalışma
saatlerini ellerinden geldiği kadar kısaltırlar; bilgilerini arttırmaya, okuyup
yazmaya bol bol vakitleri olsun isterler. Çünkü gerçek mutluluk, bilim ve
sanatla zenginleşen insan düşüncesinin özgürce gelişmesinden başka bir
şey değildir onların değer yargılarına göre. Utopia'lılar, çalışma saatlerinin
dışında, canlarının istediğini yapmakta özgürdürler. Orada meyhane,
kumarhane, genelev gibi yerler bulunmadığı ve her Utopia'lı toplumun gözü
önünde yaşadığı için, kötü işlerle boşuna zaman harcamanın yolu yoktur
nasıl olsa. Utopia'lılar, yazın bahçelerinde, kışın birlikte yemek yedikleri
büyük odalarında toplanıp, satranç gibi akla dayanan oyunlar oynayarak,
sohbet ederek, müzik dinleyerek, diledikleri gibi vakit geçirirler. Ama demin
dediğimiz gibi okumak, bilgilerini artırmak, kafalarını geliştirmektir başlıca
uğraşları.
Utopia'lıların eğitim alanında en büyük yenilikleri, öğrenimlerinin belirli bir
yaşta bitmeyip, ömür boyu sürdürülmesidir. Çağımızın yeni yeni anlamaya
başladığı bir gerçeği; yani eğitimin altı yaşlarında başlayıp yirmi beş yaşına
doğru biten bir süreç olmadığını; ardı hiç kesilmeden ölünceye dek
sürdüğünü, sürmesi de gerektiğini, More daha o zamanlarda anlamıştı. İşte
bu sürekli öğrenimi sağlamak amacıyla, Utopia'da sabahın erken saatlerinde
çeşitli konularda dersler ve konferanslar veren, halka açık bir çeşit sabah
üniversitesi vardır. Bu üniversiteye devam etmek, ancak bilimle uğraşanlar
için zorunludur. Ne var ki, Utopia'lıların büyük bir çoğunluğu bilgiye susamış
olduklarından, kendi özel meraklarına göre seçtikleri öğretmenlerin
derslerinden yararlanırlar. Karl Kautsky'ye göre, Thomas More, bilim ve
sanatı seçkin bir zümrenin tekelinden kurtarıp, tüm halkın ortak malı
yapmakla, çağımız sosyalizminin en önemli amaçlarından birini
gerçekleştirmişir. Çünkü sosyalizm, yoksul emekçi kitlelerin işsiz kalmaması,
iyi koşullar altında çalışması, doya doya yemesi içmesi, rahat bir evde
oturması, hastayken bakılması, geleceğe güven duyması değildir sadece.
Ömürleri boyunca bir zindana kapatılırcasma kültür yoksulluğuna mahkûm
olanlara, bilimin, sanatın, edebiyatın, müziğin kapılarının açılması da
sosyalizmin başlıca amaçlarından biridir. Ve açlıktan ölen, soğukta titreyen,
hastane kapılarında can veren bir insanın yazgısı ne denli acıysa; doğanın
güzelliğinden, düşünceden, şiirden, müzikten haz duyamayan bir insanın
yazgısı da o denli acıdır.
Utopia'lılar, kusursuz bir düzen kurmakla övünüp, dış dünyaya kapanan
insanlar değildirler. Tam tersine, başka ülkelerin yönetimlerine, yasalarına,
bilimlerine ve sanatlarına büyük bir merak duyarlar. Dünyayı görmüş gezmiş,
aklı başında yabancıları, adalarında sevinçle karşılayıp, onlardan bilgi
edinmeye can atarlar. Birinci bölümün sonunda Peter Giles, bir ara Raphael
Hythloday'in sözünü kesip, Utopia uygarlığının Avrupa uygarlığı düzeyine
varmayacağını söyleyince, More'un sözcülüğünü eden gemici, Utopia'nın
değil bu düzeye varmak, onu çoktan aştığını anlatır. Çünkü Utopia'lılar,
Avrupalılar'dan farklı olarak, yeni buluşları, yeni düşünceleri benimsemeye,
bunlardan yararlanmaya hazırdırlar. Yararlı saydıkları her yeniliği geliştirip,
kendi ülkelerinde uygulamanın yollarını aramaktadırlar. "Ama bizler," der
Raphael üzüle üzüle, "Kim bilir kaç yüzyıl sonra onların en güzel kurumlarını
benimseyebileceğiz." Ta eski çağlarda, gemileri bir fırtınada batan bir
Romalıyla bir Mısırlı Utopia'ya sığınmışlar, ölünceye dek de orada
kalmışlardı. Utopia'lılar, Roma ve Mısır bilim ve sanatı üstüne öğrenilecek
ne varsa öğrenmişlerdi bu yabancılardan. Raphael'den de çok
yararlanmışlardı. Onun eski Yunan uygarlığı üstüne anlattıklarını duyunca,
More nasıl Hümanistlerin çalışmalarını heyecanla izlemişse onlar da büyük
bir meraka kapılıp bu bilgili gemiciden Yunanca dersi alabilmek için, yalvarıp
yakarmışlar, yöneticiler de onları desteklemişti bu konuda. Bu Utopia'lı
Hümanistlerin birçoğu, olağanüstü bir çaba gösterip, üç yıl içinde
Yunancayı bir güzel öğrenmişlerdi. Raphael, Utopia'ya dördüncü kez
gidişinde, bir yığın Yunanca kitap götürmüş; bu kitaplardan binlercesini
bastırıp, halka dağıttırmıştı. Utopia'lılar, ileride göreceğimiz gibi, Hıristiyan
dinine karşı da ayrıca ilgi duymuşlar ve birçokları bu yeni dini
benimsemişlerdi.
Uygarlığa böylesine değer veren, tüm insanları kardeş sayan, acıma
duygularını körleştirmemek için etini yiyecekleri hayvanları bile kendileri
kesmeyen ve kimsenin ne toprağında ne malında gözü olmayan Utopia'lıların
savaşı "hayvanca" bir iş sayarak, ondan tiksinmelerine hiç şaşmamalı.
Utopia'lılar, insanların kanını dökmek pahasına elde edilen zaferlerde şanlı
bir yan görmediklerinden, bunlarla övünmeyi utanç verici bir davranış
saydıklarından, dünyanın her bir yerinde hâlâ geçerli olan kahramanlık
töreleri, hiç mi hiç geçerli değildir Utopia'da. Utopia'lılar, kendi ülkelerini ya
da dost bir ülkeyi savunmak için savaşa girmekten başka çare kalmadıysa,
bu savaşı bedenleriyle değil, akıllarıyla yapmayı yeğ tutarlar. Gerçek
yiğitlik de budur onların gözünde. Aslanların, ayıların, yaban domuzlarının,
kurtların, köpeklerin, yalnız bedenleriyle dövüşmesini bildiklerini; ama
akıllarıyla dövüşebilen insanların, bu hayvanlardan daha güçlü olduğunu
söylerler her zaman. Para-savaş ilişkisini iyice kavramış olan; parayla
düşmanlarını bir tek kez değil, birkaç kez alıp satabileceklerini de çok iyi
bilen Utopia'lılar, dış ülkelerle ticaret yaparak kazandıkları ve kendi
yurtlarında hor görüp el sürmedikleri gümüşleri, altınları, savaşın pis
işlerinde kullanırlar: Savaş ilan edilir edilmez, düşman ülkenin en kalabalık
yerlerine, çarşı ve meydanlarına, gizlice yaftalar asarak, oranın kralını ve
ileri gelenlerini öldürenlere, büyük para ödülleri vereceklerini bildirirler.
Yaftalarda adı geçenleri öldürmeyip de diri getirenlere, bu ödüllerin iki katı
verilecektir. Eğer düşmanları gelip Utopia'lılara kendi istekleriyle teslim
olurlarsa, ödüller onlara verilecek, canları da bağışlanacaktır. Utopia'lıların
bu tür hileleri, düşmanları arasında güvensizliğin başlaması ve herkesin
herkesten kuşkulanmasıyla sonuçlanır doğal olarak. Düşmanları arasına
anlaşmazlık sokmak, onları iyice bölmek amacıyla, başka çarelere de
başvururlar. Örneğin Utopia'lılarla savaşmak isteyen kralın bir kardeşi ya da
bir arkadaşı, Utopia'lılarca kışkırtılarak, tahtta hak iddia eder; bu da bir iç
çatışmaya neden olur. Kimi zaman da bol para harcayıp, iki düşman
ülkenin birbirine girmesini, güçsüz düşüp savaştan vazgeçmesini sağlarlar.
Utopia'lılar, yalnız kendi yurttaşlarını değil, düşman ülkelerin yurttaşlarını
da savaşın acılarından korumak isterler; çünkü onların da isteyerek
savaşmadıklarını krallarının ve yöneticilerinin azgın hırslarına kurban
gittiklerini bilirler. Zaferlerin en şanlısı, kan dökülmeden elde edilen bir
zaferdir Utopia'lıların gözünde; ve akıl sayesinde gerçekleşebilen bu tür
zaferleri, anıtlar dikerek görkemli törenlerle kutlarlar. Utopia'lılar, savaşın
akıl yoluyla önlenemeyeceğini anlayınca, kendi yurttaşlarının canını
tehlikeye sokmaktansa, parayla kiralık asker tutmayı yeğlerler. Uygarlıktan
yoksun, paraya düşkün ve kana susamış bir soy olan Zapolet'leri belirli bir
ücrete karşılık savaşa sürerler.
Gel gelelim aklın kurduğu hileler gibi, kiralık askerler de işe yaramaz da,
yurtlarını korumak için savaşmaktan başka çare kalmazsa, o zaman
Utopia'lılar savaşırlar; hem de kıyasıya savaşırlar. İsteksiz ya da korkak bir
askerin, ordu içinde ne denli zararlı olduğunu, korkusunu başkalarına da
aşılayabileceğin! bildiklerinden, kadın erkek hepsi askerlik eğitimi gördüğü
halde, ancak gönüllüleri savaşa gönderirler. İsteyen kadın, kocasıyla
birlikte; isteyen yetişkin çocuk babasıyla birlikte savaşa gider. Hem
herkesin daha candan, daha korkusuz çarpışması, hem de birbirini
koruyabilmesi amacıyla, akrabaların ve yakın arkadaşların, savaş alanında
yan yana olmaları sağlanır. Savaştan, evlilerin eşsiz, çocukların babasız,
arkadaşların tek başına dönmeleri, büyük bir ayıp sayılır.
Ne var ki, Utopia'lılar, canlarını dişlerine takıp ölesiye çarpışırlarken bile,
aklın her şeyden ağır basması gerektiğini unutmazlar. Yaptıkları yeni savaş
araçlarım son dakikaya kadar gizli tutarak, savaşa iyice hazırlıklı girerler.
Kurdukları savunma hatları sağlamdır; giydikleri zırhlar öyle hafiftir ki,
gereğinde yüzmelerini bile engellemez; pusu kurmasını da, pusudan
korunmasını da çok iyi bilirler. Başvurdukları savaş taktiklerinden en ilginci,
özel yetiştirilmiş seçkin bir gönüllü bölüğünün, ya hile yoluyla ya da açıkça
saldırıya geçerek, düşman ordusunun başkomutanını öldürmesi ya da
tutsak almasıdır. Başkomutanın da, tüm düşmanlarının da öldürülmeyip
tutsak alınmalarını yeğ tutarlar; çünkü düşman kanının bile gereksiz
dökülmesine gönülleri razı değildir. Öç almak amacıyla düşman kentlerini
yağma etmezler, yakıp yıkmazlar; atlarının nallarıyla düşman tarlalarının
çiğnenmemesine bile özen gösterirler. Düşmanlarını yendikten sonra,
onlara verdikleri tek ceza, savaşın tüm masraflarının ödetilmesidir.
Utopia'lıların savaşa karşı aklı dayanan bu insanca tutumunu, din konusunu
ele alışlarında da aynen görürüz: Bu kusursuz düzeni kuran Kral Utopus
adaya ilk ayak bastığı sırada halk, din ayrılıkları yüzünden birbirine
girmekteymiş. Bu bölücülük de, Utopus'un adayı ele geçirmesini
kolaylaştırmış. Akıllı Utopus'un ilk işi, baskı yapmamak ve ülkede ikilik
yaratmamak koşuluyla, her Utopia'lımn istediği dine tapmakta özgürlüğünü
yasalaştırmak olmuş. Belki de Tanrı, kullarının ayrı ayrı dinlere inanmasını
ister diye düşünen Utopus, bu yasa sayesinde yalnız kavgalarla kinlerin
ortadan kalkacağını değil, dinsel duyguların daha sağlıklı bir biçimde
gelişebileceğini ummaktaymış. Böylece Utopia'da, hiçbiri hor görülmeyen
çeşitli dinler vardır. Kimi güneşe, kimi aya, kimi başka bir gezegene, kimi
eskiden yaşamış, erdemiyle ünlü bir adama tapar. Ama Utopia'lıların büyük
çoğunluğu, dünyayı yaratan tek bir Tanrı'ya inanır. "Baba" ya da "Mithra"
adını verdikleri bu tek Tanrı, Utopia'lıların gözünde doğayla özdeşleşir ve
dünyaya egemendir. Akılla dini hiçbir zaman birbirinden ayırmayan
Utopia'lıların, falcılık yapıp geleceği önceden sezmek ya da yıldızların
etkisine inanmak türünden boş inançları yoktur. More'u örnek alıp Güneş
Ülkesi'ni yazan Campanella gibi aydın kişiler bile o çağda astrolojiye, yani
47
yıldız falına inanırken, bu çeşit uydurmaları gülünç bulur Utopia'lılar. Onların
asıl inandıkları güç, her şeyin başı bildikleri Yüce Doğadır. Doğayla aklı
aynı şey saydıklarına göre, doğada aklın çözemeyeceği gizler olamaz.
Utopia'lılar için erdem, doğaya uyan bir yaşantıdan başka bir şey değildir.
Böylece onlar, erdemli olmanın tek yolu doğaya göre yaşamak ve
düşünmektir derken, akla göre yaşamak ve düşünmek gerektiğini
söylemektedirler aslında. Akıl ise, ta eskiden kurulmuş herhangi bir dinin
öğretisine, sonsuzluğa değin, körü körüne bağlı kalamaz. İşte bu
yüzdendir ki More, Kutsal Kitabın dışında her çeşit bilgiye sırt çeviren
çağdaşlarını "çılgın" sayar; putlara tapanların düşüncelerinden
Hıristiyanlar'ın da çok şey öğrenebileceklerine inanır.
Katoliklik uğruna ölen Thomas More, canı isteseydi, Utopia'lıları Hıristiyan,
hatta kendi gibi koyu Katolik yapabilirdi. Chambers'e göre, bunu yapmamakla
özel bir amaç güdüyordu: Avrupa'nın sözde uygar Hıristiyan ülkeleri, hem
siyasal ve ekonomik açıdan, hem de düşünce ve din açısından tam bir
kargaşa içindeyken, Hıristiyan bile olmayan Utopia'lıların yalnız akla
güvenerek, düzenli bir toplum, tam bir düşünce özgürlüğü ve dinsel hoşgörü
içinde yaşadıklarını anlatıp, çağdaşlarına bir ders vermek istiyordu.
Ne var ki, Raphael Hythloday adaya geldikten sonra, birçok Utopia'lı
Hıristiyanlığı benimser. Onlar, yeni düşüncelere her zaman açık oldukları
gibi, yeni dinlere de her zaman açık olduklarından, Raphael'in Hazreti
İsa'nın öğretisi üstüne anlattıklarını büyük bir merakla dinlerler. Bu dine
ayrıca hayranlık duymalarının başlıca nedeni, ilk Hıristiyanlar arasında tüm
malın mülkün ortak olması ve gerçekten Hıristiyan kalan, Hıristiyanlığı bütün
yaşamda uygulayan topluluklarda, yani manastırlarda bu tutumun hâlâ
sürüp gitmesidir. Utopia'da dinin en ilginç yanı, adanın en eski yasalarından
biri olan "kimse dininden ötürü kötülenemez" yasasının tam anlamıyla
uygulanmasıdır. Herkes, inandığı din uğruna, barışsever yöntemlerle
propaganda yapmakta özgürdür. Ama başka bir dinden olanlara baskı
yapmaya ya da küfretmeye kalkanlar, kıyasıya cezalandırılıp, Utopia'dan ya
sürülür ya da köle durumuna düşer. Çünkü Utopia'lılara göre, bir insanın
kendi dinsel inançlarını başkalarına zorla benimsetmeye yeltenmesi, çirkin
bir zorbalıktan başka bir şey değildir. Üstelik en doğru din, er geç
kendiliğinden öteki dinlere üstün çıkacağı için, zorbalık edenler, ülkede
yanlış bir dinin yerleşmesi tehlikesini, candan benimsemiştir. Ama
bunlardan biri, vaftiz edilir edilmez, başka dinlere atıp tutmaya başlayıp,
Hıristiyan olmayanları doğru cehenneme göndermeye kalkınca, halk
arasında bölücülük yapmakla suçlanarak sürgün edilmiştir.
More'un manastır yaşantısına ayrıca hayranlık duymasının, hatta yaşamını
ele alırken söylediğimiz gibi, gençliğinde bir manastıra çekilmeyi bile
düşünmesinin başlıca nedenlerinden biri, orada para kavramının yeri
olmayışı, her şeyin ortaklaşa bölüşülmesiydi. Ne var ki, Utopia'da manastır
bulunmadığı için, adanın dinibütün kişileri, dünyayla ilişkilerini kesip
yalnızca dua ederek, aylak bir yaşam sürmezler. Tam tersine, öteki
Utopia'lılardan daha çok, hatta kölelerden bile daha çok çalışırlar. Can
çekişen hastalara bakmak, bataklıkları kurutmak gibi, başkalarına en güç
gelen, en tehlikeli, en ağır işleri üstlerine alırlar. Böylece toplum,
herkesten fazla bu dinibütün kişilerin hayrını görür. Onaltıncı yüzyıl
Avrupa'sında, halkın sırtından geçinip çevrelerine boş inançlar aşılamaktan
başka hiçbir iş görmeyen asalak din adamları aklın alamayacağı kadar çok
sayıdayken; Utopia'nın her kentinde ancak onüç rahip ve tüm adada ancak
bir tek Başrahip vardır. Katolik Kilisesi'nin başı olan Papa'nın egemenliğine
halel gelmesin diye ölümü göze alan Saint Thomas More, değil kendi
çağının, bugünün Katoliklerinin bile yüreğine inecek üç yenilik getirir rahiplik
mesleğine: Birincisi, tüm yöneticiler gibi rahiplerin de halkın gizli oylarıyla
seçilmesi; ikincisi, rahiplere evlenmek hakkı tanınması; üçüncüsü de, dul
ve yaşlı kadınların da rahipliğe seçilebilmesidir. Kadın erkek eşitliğine inanan
More, neden sadece dul ve yaşlı kadınlara bu hakkı tanıdığını açıklamaz
ama, çocuklarını yetiştirmek sorumluluğundan kurtulmuş kadınları rahiplik
görevine daha uygun bulması doğaldır bize kalırsa.