webnovel

4

4. kat: Saadet

Çıkarken düşünüyor anneannem. Ayağı topal olduğu için evlenmek zorunda kaldığı, kunduracı kocasını düşünüyor.

Çocukların önünde kendisini sürekli küçük düşüren Necip GÜMÜŞTAŞ.

Halamın kızları zahter ikram ediyor ama ben tadını sevmiyorum çok acı geliyor bana.

Neden bayramlık elbiseleri yok acaba?

Masaya bakıyorum saat öğleden sonra iki buçuk. Saatin içinde bir tavuk var sürekli yerdeki buğday tanelerini yemekle meşgul. Biz geldikten sonra küçük halam da kızları ile geliyor. Oğlu dertli de gelmiş ben ona "Dertli Mehmet" diyorum. Soy ismi dertli olduğu için. Dertli ile aynı iş yerinde çalışıyoruz. Babası baklava ve tatlı yapıyor. Ben de imalathanede yerleri süpürüyorum. Dertli ile yalnız kaldığımızda yaramazlık yapıyoruz.

-"Sen hiç öpüştün mü?"

Cevabımı beklemeden öptü beni sonra da yere tükürdü. Benim de tükürmem gerekmiş yoksa ağzımda yara olurmuş. Eğer birimiz kız olsaymış yara olmazmış. Ezdiğim civciv öbür dünya da benden hesap sorar mı acaba? Bu arada anneannemin babası çok zenginmiş biz fakiriz her ay ablam ile bakkal Şerif amcadan alışveriş yapıp deftere yazdırıyoruz. Geçen hafta babam bakır kapları fileye doldurup bunları satmamı söyledi o para ile ekmek alıp eve döndüm. Anneannemin babası padişahı çok severmiş ona göre işgal yokmuş büyük devletler padişah efendimizin daveti üzerine gelmişler, Filistin'de ya da Çanakkale'de olan savaşların bir önemi yok; yeter ki padişahımız efendimiz çok yaşasın. Sabahın ilk ışıkları ile ter içinde gazeteciye ulaştım. Günümüzde gençlerin klavye başında öğrendikleri sınav sonuçlarını eskiden adaylar gazeteden okurdu.

Kuzenim ile birlikte heyecan içinde sınav sonuçları sayfasını açtık. 1987 yılının yaz mevsimindeydik.

Kazananlar listesinde ismim yoktu ancak kuzenim kazanmıştı. Hayatımda ilk hayal kırıklığını ve kaybetmenin acısını yaşadım. İlkokul öğretmenimin güvenini sarsmıştım. Mutfakta annem beni teselli ederken ilk gözyaşlarım döküldü yanaklarıma.

Bu damlalar diğerlerinden farklıydı. Bir bilim dergisinde okumuştum. İnsanların sevinç gözyaşları ile hüzün gözyaşlarının yapısının farklı olduğunu anlatan bir makale vardı. İlkokulda öğretmen çocuğu olmanın bazı sorumlulukları vardı. En ufak yaramazlıkta öğretmenimiz "Necip, sen bir öğretmen çocuğusun; bu hareketi sana yakıştıramadım" derdi.

Okul bahçesinde ter içinde koşarken, babamın öğretmen arkadaşı Semahat öğretmenimiz; kızaran yanaklarımı sıkıp "senin baban galiba kasaplık yapıyor" dedi.

Nedenini sorduğumda "muhtemelen üç öğün et yemişsin o nedenle yanakların kırmızı" deyip gülerek saçlarımı okşardı. Elbette ki günde üç öğün et yemem olanaksızdı.

Beşi çocuk olmak üzere yedi kişilik bir aileydik ve tek gelirimiz ilkokul öğretmeni olan babamın maaşıydı. O yıllarda ilkokul öğrenim hayatı beş yıldı.

Okulun ilk günü hafızamda kalan tek anı, sarı kıvırcık saçları olan Meltem'in gözyaşlarıdır. Annesinden ilk kez ayrıldığı için kendisini güvende hissetmiyordu. Hayatın ilk dakikalarında -gerçek hayatın- Annemizin güvenli kollarından ayrılma zamanı gelmişti. Ben ise inanılmaz derecede rahattım. 1982 yılında okul öncesi eğitim yaygın değildi. Yaygın olmayan ikinci durum ise araba sahibi olmaktı.

Okulun ilerleyen günlerinde ilk derse erken geldiğim için sınıf arkadaşımın araba ile okula babası tarafından bırakıldığına şahit oldum. Beyaz renkli kibrit kutusu şeklinde bir arabaydı. Ön kısmındaki farlarını iki iri göze benzetirdim. İlk öğretmenim sınıfta saz çaldığında sınıf olarak çok etkilenmiştik.

Öğretmenimiz hece kitabı almamız gerektiğini söyledi. Ertesi gün hece kitabını kontrol edecekti. Babamdan bu kitabı almasını istedim nedendir bilmiyorum kitap kontrolünde benim sıramda kitabım yoktu. Kontrol devam ediyordu sıra bana yaklaşıyordu ve ben kendimi sorumsuz bir insan olarak gördüm. Babamın hemen kitabı getirmesini tanrıdan bir mucize olmasını diledim. O mucize gerçekleşmedi ama öğretmenim sıra bana geldiğinde gülümseyerek üzülmeme gerek olmadığını babam ile konuştuğunu "en kısa sürede hece kitabını alacağını söyledi" dedi. Öğretmenim ve babam arasında meslektaş dayanışması oluşmuştu.

Neden kitap almadığını bilmiyorum zamanı mı yoktu ya da maddi yetersizlikten mi kaynaklandı? Annem herhangi bir istekte bulunduğu zaman sürekli aybaşında alırız cevabını verirdi babam. Aybaşının ne demek olduğunu bilmiyordum ama güzel olduğu kesindi. Okulda güzel olan ikinci kavram yerli malı haftasıydı. Sıralarımızın üzerinde her şey vardı. Rüya da gibiydim. Annemin benden özenerek sakladığı elmalı pastalar ve kırmızı iri elmalar. Özellikle beyaz kurdele takan sınıfın havalı kızının önünde duran tabakta pastanın üzerinde beyaz toz vardı ama bu toz tebeşir tozundan daha tatlıydı. Sınıfın havalı kızı beyaz renkli kibrit kutusu şeklindeki araba ile babasının eşliğinde okula geliyordu.

Öğretmenimiz sınıfta tüm öğrencilerin hemcinsleri ile aynı sırayı paylaştığını fark etti. Sınıf içinde küçük bir değişikliğe karar verdi. Bundan sonra her sırada bir kız ve bir erkek öğrenci birlikte oturacaktık. İsimlerimiz yazıldı. Kura çekildi ve benim yanıma oturacak kişi belirlendi. Bu kişi kim olsa beğenirsiniz? Beyaz kibrit kutusu ile okula gelen kız. Bu kez kırmızı toka takmıştı. İlk iş olarak plastik çubuklarını ve her renkten fasulyelerini yerleştirdi. Harf defterini açıp sayfaların kenarını ataş ile sabitledi. Siyah önlüğü ve beyaz yakası temizdi ve popüler kız çok hoş kokuyordu. Kırmızı pantolon ve yakasında temiz beyaz mendili vardı. Kızılay kolunda görevli olduğu için siyah önlüğün üzerinde büyük harflerle KIZILAY yazan kırmızı bir şerit eklenmişti. Okul

bahçesinde her teneffüs olduğu gibi ter içinde koşmuştum ve elbette Semahat öğretmenimiz yanaklarımı sıkıp aynı soruyu sormuştu. Yanaklarım iyice sıkıldıktan sonra plastik topa sert vurmak için daha hızlı koşmaya başladım son birkaç adım kalmıştı topa o kadar sert vuracaktım ki beslenme saatinde ekmek domates ve yarım kavanoz pul biber yiyen Ahmet karşılayamayacaktı. Maalesef olmadı son adımda bileğim burkuldu ve düştüm, kalktığımda avuç içimde kanama vardı. Sınıfımızın KIZILAY kolu görevlisi öğretmenimiz tarafından görevlendirildi. Küçük beyaz elleri ile yaralı elimi tuttu. Yarayı güzelce temizledi. Tanrı'dan bu anın hiç bitmemesini diledim. Keşke hep elim kanasa ve keşke hep o ellerimi tutsa!

İlkokul birinci sınıftaydım ve evde hep şarkılar dinleyip onu düşünüyordum. Büyüklerin aşk dediği hastalığa yakalanmıştım. Yağ satarım bal satarım oyununda sıra bana gelince mendili hemen havalı kızın arkasına bırakırdım. İlk kez ben kaçıyordum ve Özlem beni kovalıyordu. Her bir sayfaya aynı harfi yazdık ilk günlerimizde, sonra üç harfli heceler yazmaya başladık. Ali bak! Ali topu at!

Özlem ile plastik çubuklardan ev yaptık. Onun ilgisini çekmek istiyordum ama doğru metot kullandığım pek söylenemezdi. Saçını çekerek ya da ayağına çelme takarak ilgisini çekeceğimi düşünüyordum. Öğretmenimiz bir gün mavi kartondan sert bir kapağı olan kalın bir kitabı bana okumam için verdiğinde sınıf içinde kendimi çok özel hissetmiştim. Sanki sabah bayrak töreninde okulun önünde andımızı ezbere okumuştum. Kitapta yaramaz bir çocuktan ve ona hem kızan hem de çok seven teyzesinden söz ediyordu. Yıllar sonra bu kitabı tekrar okuyacaktım. Güler yüzlü öğretmenimi ve sınıfın popüler kızını, kibrit kutusu şeklindeki beyaz otomobilin okul çıkışında kapının yanında durmasını, onun binip gidişini hatırlayacaktım.

İkinci yılımda hem öğretmenim hem de sınıfın popüler kızı yoktu. İlk haftalar sabah erken okula gelip kibrit kutusunun gelmesini bekledim.

İlçede toplam araba sayısı sınırlıydı. 27 DD 664 o hafta gelmedi ve sonraki haftalarda yoktu. İlerleyen günlerde babasının tayini çıktığı için ilçeden ayrıldıklarını öğrendim. Büyükler buna ayrılık diyordu. Özlem'den bana kalan tek hatıra 23 Nisan 1982 yılında çektirdiğimiz fotoğraftı. Kırk yıl sonra arama motoruna ismini yazıp sosyal medya hesaplarına ulaşıp ona mesajlar yazdım. Cumhuriyet ilkokulunda mezuniyet günleri yaklaşırken bilgi yarışması bilgi yarışması ve sınav heyecanını birlikte yaşadım. Okulumuzu temsil eden ekipte ben grup sözcüsü seçilmiştim. Yarışma için derslerimiz bittikten sonra eve gitmeyip öğretmenler odasında çalışıyorduk. Elbette öğretmenlerimiz de yardımcı oluyordu. İlk iki turda rakiplerimizi zorlanmadan geçtik. Yarı finale gelmiştik. Rakibimiz dişli çıkmıştı. Türkçe sorusunda grup başkanları ya da sözcüleri kartonları yazıp kaldırdı. Cevap: belgesiz sıfat

Sunucu her iki cevabın da doğru olduğunu söyledi. Kara tahtada her iki okula beyaz tebeşirle 10 puan eklendi. Sonraki soruda ekip olarak belgesiz sıfat ile belgesiz zamir arasında karasız kaldık. Cevabın yine belgesiz sıfat olduğuna karar verdim. Kartonları havaya kaldırdık. Aynı cevabı iki kez vermiştik. Yarışmada aynı cevabın iki kez verilmesi pek de olası bir durum değildi. Kaybettik! Çıkışta yol boyunca ağladım. Babam sert bir şekilde ağlamayı kesmemi söyledi. Büyükler buna kaybetmek diyordu. Yarışma çıkışında ağlamıştım ama çabuk toparlandım.

Anadolu Lisesi sınavı yaklaşıyordu. O okula giden öğrenciler İngilizce bir kitabı alıp zorlanmadan okuyordu. O kadar özel ki ilçede değil vilayetteydi. Ülkede sayılı şehirlerde bulunuyor sadece belirli kontenjanda öğrenci alıyordu.

Kuzenim bu sınav için son iki yılının hafta sonunu dershanede geçmişti. Babamın öğretmen arkadaşı bir aylığına ücretsiz olarak beni dershaneye almıştı. Sınav günü kasabamızdan belediye otobüsü erkenden yola çıktı. Kız lisesinin önünde indim. Veliler ve öğrenciler büyük bir kalabalık oluşturmuştu. Sınav boyunca babam heyecandan ayakta bekledi.

Aynı heyecanı ikinci kez altı yıllık parasız yatılı öğretmen okulu sınavında da yaşamıştım. Kuzenim Oğuzhan bu sınava girmedi. İtiraf etmek gerekirse maddi durumu iyi olan yaz tatiline giden arabası olan ailelerin çocukları parasız yatılı sınavına girmezdi. Anadolu Lisesi sınavında başarısız öğretmen okulu sınavında başarılı olmuştum. Altı yıl ailemden uzakta vilayette okuyup öğretmen olacaktım. Kuzenim ise ülkemizde sınırlı sayıda olan haftada otuz saat yabancı dil dersi veren andımızı İngilizce okuyan Anadolu lisesinde okuyacaktı. O yıllarda kazandığım için sevinmem gerekirken öğretmenlik okulunu ve mesleğini küçümserdim. Oğuzhan ile sürekli rekabet halindeydim ve ben bu yarışı kaybetmiştim. Daha doğrusu ben öyle sandım ta ki ülkemizin ton ton başbakanı öğretmen çocukları için ek kontenjan açıldığını söyleyene kadar. O şişman adam sayesinde ben de gri pantolon beyaz gömlek lacivert ceket giyecektim. Yabancı dil dersinde video kaset çalar ismindeki o aletten yabancı dilde günlük konuşmaları izleyecektim.

Oxford üniversitesi yayınlarından kitaplarım olacaktı. Bu kitaplar o kadar pahalıydı ki babam fotokopi ile idare etmem gerektiğini söyledi. Öğretmenlerimiz sadece İngilizce konuşuyordu ve biz matematik, fen dersini bu dilde öğreniyorduk. STREAMLINE dersinin öğretmeni çok sertti. Ödevini yapmayan öğrenciyi önce tahtaya çağırırdı.

-Sabah kahvaltı ettin mi, çocuğum?

-Evet, öğretmenim.

-Baban harçlığını verdi mi?

-Evet

-Peki sen neden dersine çalışmadın?

Öğrenciye doğru iki adım atıp iyice yaklaştıktan sonra tokat atardı. Aslında bu göstermelik bir tokattı. O yıllarda çok kızdığım öğretmenim sayesinde dil tazminatı almayı hak etmiştim. Hayatımda en kararsız kaldığım soru şuydu? Bana Tom Sawyer hediye eden, sınıfta bizimle oyunlar oynayan güler yüzlü Ali öğretmen mi? Ödevini yapmayanı affetmeyen, fakirlik içinde büyüyüp çok çalışarak öğretmen olan Bahri öğretmen mi? Büyükler buna çelişki diyordu. O gün öğleden sonra hayatımda unutamayacağım bir olay gerçekleşti. Eve geldiğimde babam elinde bir kırmızı çubuk ile kanal aramaya başlamıştı. Devlet televizyonunun kanalı bulduğumda sevinçten havaya uçtum. Bu televizyon siyah beyaz değil renkliydi. Artık Voltran ışın kılıcını oluşturduğunda pembe mavi yeşil kırmızı ve siyah aslanlar bir araya gelip Voltran'ı oluşturduğunda tüm renkleri görecektim. Uzay 1999 dizisindeki uzay gemilerinin renklerini basketbol sahasında zeminin rengini biliyordum artık. Almanya'dan gelen kuzenim Voltran dizisinin bölümlerini benden önce izlediği için dizinin sonunda ne olacağını söylüyordu tüm heyecanımın yok olmasına sebep oluyordu. Kuzenim ile sık sık bilgisayar oyunları merkezine (BOM) gidiyorduk.

Jeton alacak param yoktu kuzenim ise istediği kadar jeton alıp saatlerce oyun oynayabilirdi. Savaş uçağının düşman uçaklarına saldırdığı oyun en sevdiğimdi. Bu oyunda kuzenim ana kumandayı yönetirken ben de ateş etme düğmesine basarak ona yardımcı oluyordum. En büyük hayalim o savaş uçağını kontrol etmekti. Oyun 1930'lu yıllardan başlayarak her aşamada on yıl sonraki zamana geçiliyordu. Cebimde sadece beş kuruş vardı bu para ile sadece sakız alabilirdim. Tanrı'dan bir mucize olmasını dileyerek o beş kuruşu jeton bölmesinden attım. Dileğim gerçekleşti ve önümdeki ekranda büyük harflerle " push start button" yazısı belirdi, bu bir mucizeydi mutluluktan havaya uçacaktım. Acemi olduğum için kısa sürede oyunu kaybetmiştim. Bu oyunun jeton kutusunun açıldığını geçen hafta öğrenmiştim. Bu kutu içindeki metale ne kadar çok basarsam o kadar çok oyun oynama hakkım olacağını

biliyordum.

Tek korkum şuydu: o metale dokunduğumda elektrik çarparsa ne olacaktı? Ya ölürsem?

Kuzenim o sıkıcı oyundan devamlı oynayıp yaptığı puan ile bana ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu anlatmaya başlamıştı. Bazen babamın öğretmen olmak yerine kardeşi gibi işçi olarak Almanya'ya gitmiş olmasını diliyordum. Korkumu yendim, jeton satıcısı adam kapı önünde temiz hava alırken jeton kapağını sonuna kadar açtım. Cesaretimi topladım salon görevlisi adama bakarken o metale defalarca bastım. Benim bu kadar çok oyun oynamam Almanya'dan gelen kuzenimin ilgisini çekti.

-Bu kadar parayı nerden buldun Necip?

Uygun bir cevap vermem gerekti.

-Babası fabrikatör olan bir çocuğun çok fazla jeton attığını birkaç kere oynadıktan sonra sıkıldığını ve ayrıldığını söyledim. Bana inanmadığından emindim. Kuzenim cevap vermeden uzaklaştı. O gün kaç kere oynadım bilmiyorum ama gece kötü bir rüya gördüm. Jeton satan adam sırtını döndüğünde ben jeton kasasını açıp o metale dokunduğum anda mavi ekranda YAMATO yazdı. Çekik gözlü General YAMATO bana kendi dilinde yeni televizyon aldığımızı artık KARA ŞİMŞEK (KITT) dizisini renkli izleyeceğimi söyledi. Yeteri kadar büyüdüğüm zaman bu büyük bilgisayar oyunu makinesinin cebimize sığacak kadar küçüleceğini söyledi.

-General YAMATO o zaman jeton kaç lira olacak?

-Jetonlar kullanımdan kaldırılacak cebinde taşıdığın bilgisayar sayesinde PAC-MAN oynayıp müzik dinleyeceksin. İstediğin şarkıyı istediğin anda dinleyip arkadaşlarınla sohbet edileceksin. İngilizce öğretmeninin, STREAMLINE dersinin kitabındaki ödevini cep bilgisayarına gönderebilecek. Fakat her oyun için bedel ödememiz lazım bay YAMATO. Almanya'dan gelen kuzenimin çok parası var.

-Jetonun yerini internet alacak insanlar jeton parası yerine internet faturası ödeyecek. İngilizce dersinde izlediğin videoların tamamını izleyeceksin. Bahri öğretmen yarın okula kravat takmadan sakallı gelecek ve sabah andımızı okumadan derse başlayacaksınız.

-Neden?

Andımızı çocuklara ezberlettirmenin ilkellik olduğunu düşünen insanlar yetkili makamlarda olacak, Necip.

"Ey büyük ATATÜRK, açtığın yolda gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim!"

Cümlesi neden ilkellik olsun?

"Necip, doğduğun ülkenin kurucusu her zaman medeniyeti rehber edinen bir önderdi, yüz yıl önce de bugün olduğu gibi Avrupa ülkelerinin bilimde ve teknolojide başarıları doğu medeniyetine göre fazlaydı, ne yazık ki sen yetişkin bir öğretmen olduğunda hiç makale yazmadan profesör olan akademisyenler olacak. Severek okuduğun kanatlı kuş efsanesini anlatan kitabı cep telefonundan okuyacaksın" Dedi General YAMATO. Derin bir nefes aldı, çekik gözleri birden açıldı.

-"Kimileri kitap okumak yerine sadece televizyon izleyecek, KITT izlemek için bir hafta beklemek zorunda kalmayacaksın. Mamafih (bununla birlikte) efsaneleri anlatan çocuk kitapları her zaman okunacak, umudunu kaybetme"

-Bay YAMATO, mamafih kelimesini nereden öğrendiniz?

-Türkçe konuşmam seni şaşırtmadı ama buna şaşırdın öyle mi? Şaşıracağın bir şey daha söyleyeyim. Sen öğretmen olduğun zaman 23 Nisan çocuk bayramında tüm okullar bir stadyumda toplanmayacak. Her okulda göstermelik kutlamalar yapılacak. Okula rahat giyinip gelmek ilk yıllarda senin de hoşuna gidecek. Zamanla bu meslekte deneyim kazandıkça siyah—beyaz 23 Nisanları arar olacaksın. Sınıflarda ATATÜRK fotoğrafının olmadığı okullarda çalışacaksın.

-Peki ya VOLTRAN?

General YAMATO gülümsedi. Saçlarımı okşadı. Zaten çekik olan gözleri gülünce yok olmuştu sanki.

-VOLTRAN yerine TRANSFORMERS olacak arabaya dönüşebilen robotlar. Sana bir sır vereyim, oğlun onları çok sevecek.

Bir an düşünceye daldı.

-Ülken adına üzülüyorum Necip. Bununla birlikte umudunu kaybetmeni istemiyorum. Çünkü ATATÜRK tüm ümidim gençliktedir demiştir. 2019 yılında kara çarşaflı öğretmenlere şahit olacaksınız. Kurucu liderinizi kötü alışkanlıklara sahip olan bir yönetici olarak gösteren filmler izlenecek. En acı olan nedir, biliyor musun?

-Benim ülkem için mi yoksa Japonya için mi?

-Hem senin ülken hem de Japonya için, daha doğrusu tüm dünya için. Sıcaklık yükselecek kuraklık ve salgınlar artacak. Bilgisayarlar yüzünden insanlar kitaplardan uzaklaşacak. Elli yaşına geldiğinde bu nedenle yazmaktan vazgeçeceksin. Okula gelmek zorunda kalmayacaksın.

-Vay! Süpermiş!

-İlk bakışta öyle gözüküyor ancak "açık lise" sayesinde fakir gençler okumayı bırakıp çalışmaya başlayacak. Kız çocuklarının okuldan uzaklaşması çocuk gelin kavramını ortaya çıkaracak. Haftada otuz saat yerine sadece dört saat İngilizce okutulacak. Matematik dersinin önüne "seçmeli" kelimesi eklenecek.

-"Seçmeli matematik? Çok tuhaf! Bu dersin zorunlu olması gerek, koordinat düzlemi, doğrular, grafikler… Bu dersi İngilizce okuyoruz."

-Sen ve akranların bu dersi İngilizce okuyan son kuşaksınız. Sonraki nesiller temel kelimeler dışında İngilizce bilmeyecek. Tüm dünya tek dil konuşmaya doğru giderken senin ülken ters yola girecek. Öğrenciler yeni Türkiye'yi çok sevecek; artık bir ay boyunca 19 Mayıs gençlik bayramının hazırlıklarını yapmayacaklar. Tıpkı 23 Nisan gibi her okulun konferans salonunda kısa göstermelik kutlamalarla bu bayram da geçiştirilecek.

-Anıtkabir nerededir, Necip?

-Başkent Ankara'dadır. Ulu önderimizin ebedi yeridir.

-10 Kasım'da bir televizyon kanalı ANITKABİR yerine ANIRKABİR yazacak. Ertesi gün pardon istemeden oldu diyecekler. Unutma Mustafa Kemal ATATÜRK : "modern Türkiye'nin başkenti Ankara'dır" demiştir. Bu şehir ülkenizin finans merkezidir. Bununla birlikte imparatorluk özentisi yöneticiler finans merkezini İstanbul'a taşıyacak.

-Finans merkezi nedir, YAMATO?

-Finans merkezi bir ülkenin parasal işlemlerinin yapıldığı yerdir. Sana şu şekilde açıklayayım. Sen Meryem ablan ile birlikte bakkal Şerif amcadan gofret alıp bunları deftere yaz, Şerif amca diyorsun.

Defterde yazan tüm borç ay sonunda toplanıyor. İlkokul öğretmeni baban aylığını aldığı zaman o defterdeki tüm borcu ödüyor. Finans merkezi bir ülkenin aynı zamanda borç defteridir.

-Özlem'in babasının finans merkezinin çok büyük olduğunu düşünüyorum. Beyaz bir arabaları var, küçük ve sevimli.

Genç bir öğretmen olduğumda Özlem küçük beyaz araba ile okuluma gelip beni ziyaret edecek mi?

-Sen onu cep bilgisayarından ismini ve soy ismini yazarak bulacaksın. Nerede olduğunu hangi üniversiteden mezun olduğunu ne iş yaptığını öğreneceksin. İnsanlar özel hayatlarını diğer insanların gözüne sokmayı çok sevecek. Hangi saatte ne yediklerini hangi şehre tatile gittiklerini paylaşacak. 1987 yılında sokak ortasında kavga olduğu zaman mahalle sakinleri koşarak kavga eden tarafları ayırırken 2020 yılında herkes o kavgayı kaydetmek için olay yerine koşacak.

-Özlem'i bulacak olmam beni çok mutlu etti. Onunla plastik çubuklarından ev yapmayı özledim. Kırmızı kurdelelerini beyaz çoraplarını beyaz ayakkabılarını da çok özledim.

-23 Nisan 1982 yılında çektirdiğiniz siyah beyaz fotoğrafı ona gönderdikten sonra seni engelleyecek.

-Ne yapmamı engelleyecek anlamadım?

-Artık ona mektup atamayacaksın.

-Mektup atmaktan nasıl engellenebilirim ki?

Pul ücretini ödeyip yapıştırdıktan sonra her yere mektup atabilirsin.

-Bunu şu an anlaman zor yaklaşık otuz yıl sonra ne demek istediğini anlayacaksın. İlerde hayaline sığmayan olaylar olacak. Uzay 1999 dizisinde olduğu gibi araçlar uçacak. Karada gidenler ise uydulardan kontrol edilecek. Türkiye uzaya uydu gönderecek, benim ülkem ise bir insan gibi jest ve mimiklere sahip olan robot yapacak.

-Buna pek şaşırmadım

-"Kara Şimşek" dizisinde araba kendi kendine gidebiliyor. Bazı sahnelerde arabanın uçtuğunu da şahit oldum. General YAMATO ülkem hakkında çok şey biliyordu hatta dünya hakkında da geniş bilgisi vardı.

-Necip, 1990 yılı çok önemli bir yıl olacak. SSCB dağılırken doğu ve batı Almanya birleşecek. Komşunuz ülkeyi ABD İşgal edecek. Çernobil'de nükleer patlama olacak ne yazık ki senin ülkenin kuzeyinde insanlar ölümcül hastalıklara yakalanacak.

Öğleden sonra teras katına çıktım. Anneannem bir türkü söylüyor ona gözükmeden dinledim. Bütün kasabayı görebiliyorum. Anneannemin banyoda kullandığı büyük bidonu ağzına kadar su doldurup kafamı içine sokuyorum. Su içinde saymaya başlıyorum. Karşı apartmanda Pınar yaşıyor. Buradan onun yaşadığı daireyi gözlüyorum. Ona telefon edip sesini duyunca kapatıyorum. Bunu son yaptığımda "ey aptal insan, konuşsana artık!" dedi.

Teras katına kadar merdiven çıkmak yorucu oluyor. Saadet teyzem her gün "Sabah" gazetesi alıp dört kat merdiven çıkıyor. Anneannem her gün bizim eve gelip sohbet ettikten sonra ağır adımlarla çıkıyor merdivenleri.

Teras katı benim için bir sığınak. Gece buraya gelip anneannem Bahriye Hanım'ın odasının tavan arasına saklanıyorum. Babam her yerde beni arıyor eve döndüğümde dayaktan sırtım kızarmıştı. Annem daha fazla vurmasına izin vermedi ve beni ellerinden kurtardı.

Yeter artık! Necip seni karanlıkta görüp kaçamaz onun gözleri bozuk

-"beni kandıramazsınız" diyor babam. Köşe başında beni gördü ve kaçtı. Babam kendisinden gayet emin. Keşke haklı olsa…

On yaşımdan itibaren yirmi yıl gözlük taktım ve gözlüksüz babamı görmem olası değildi. Gözlerim yedi derece miyoptu.

Aşk şarkıları dinleyip, Pınar'ı düşünüyordum.

"Bu kasabaya geldik çünkü babam ilk seçimde milletvekili olacak" diyor Pınar.

-"Seçimi kazanınca İstanbul'a döneceğiz bu geri kalmış kasabada yaşamak istemiyorum."

Pınar'ın babasının her mahallede fotoğrafları var.

" BAHATTİN ALAGÖZ

SHP GAZİANTEP MİLLETVEKİLİ ADAYI"

Babam seçim öncesi umut dolu, eğer Pınar'ın babası seçilirse halkın sorunları ile ilgilenilecek, ağabeyimi belediyede işe koyacak, mutlu olacağız. Lise 2. sınıfa geldiğimde artık Pınar yoktu. Babası devlet bakanı olduğu için artık Ankara ATATÜRK Anadolu lisesinde okuyor. Devlet bakanı Nizip'e dönmedi ve vatandaşın hiçbir sorununu çözmedi, ağabeyimi işe koymadı ve biz mutlu olmadık. Her şey seçimlere kadarmış, meğer! Pınar hayalini kurduğu İstanbul sokaklarına kavuştu. İstiklal caddesinde sanat galerini kitapçıları gezebilir AKM'den bilet alıp tiyatroya gidebilir. Yaz geceleri sabaha karşı tavana bakıyorum. (tabanda böcekler var) Uyursam yine hamamböcekleri yüzümde gezecek diye korkuyorum. Bu korku sayesinde bir karmaşık sayının karekökünü ya da küp kökünü hesaplayabiliyorum ve yine bu korku sayesinde Matematik bölümünü kazanacağım.

Açık pencerenin önünde hafif bir hava akımı olsun diye dua ediyorum, karşımda elektrik direği var, bir insan bu direğe tırmanıp kolayca bizim eve girebilir.

***

On beş yaşındayım ve denizi hiç görmedim, deniz kokusunu bilmiyorum. Elime terlik alıp böcekleri öldürmeye başlıyorum onları öldürdükçe korkum azalıyor onlara bakarım cesetlerini incelerim uzun siyah ve kıllı ayaklarından tiksinirim. Kapının arkasından bir tane daha gelir arkasından bir başkası.

Bu nedenle kış gecelerini severim. Böcekler birden yok olur ve ben huzur içinde uyurum. Yazın banyoya girdiğim zaman fayansın üzerindeki siyah lekeleri hamamböceği zannederdim. Annem kendini suçlu hissediyor onun yüzünden miyop olduğumu düşünüyor. Kalın camların ardından bana bakıp korkmadan banyo

yapabileceğimi anlatıyor. Akşam babamı bekliyoruz. Babam gelir sekiz otuz ana haber bültenini TRT1'de izler ve hiç konuşmaz. Kardeşlerim onu odada yalnız bırakır sadece ben kalırım yanında. Sessizce otururuz. Evimiz çok gürültülüdür. İkinci kata çok ses gider. Tekin öğretmen rahatsız olur ve kız kardeşi Türkan'ın neden beş çocuk yaptığını düşünür. Ben sadece üç çocuk yaptım der kendi kendine Hakan, Teoman, Oğuzhan.

En büyük oğlum devrimcidir, ortanca uluslararası ilişkiler, küçük ise Tıp okuyor. Günümüzde okumak için imkânlar çok, 1980 yılındayız artık. Ben okumak için para istediğim zaman babamdan dayak yerdim. Vekil öğretmenlik yaptığım okulda tüm öğretmenler 24 Kasım hediyelerini alırken benim almamı yadırgadılar buna hakkım yokmuş. "Tekin Öğretmen" olmak için çok çalışıp sınavları geçtim artık ben de onlar gibi kadroluyum beni hakir göremezler.

Koltuktan yavaşça kalkıyorum. Masaya oturuyorum, ışığı kapatmazsam oda temiz gözüküyor. Ağabeyim Cem'in dolabını karıştırıyorum. Evde uyanık olan tek kişi benim. Ajandasını açıyorum.

Gideceğim Yerler:

1- Paris

2- Londra

3- New-York 4-Washington

İlerde Tanışacağım Devlet Adamları:

1- Kenan Evren

2- Tahsin Şahin Kaya 3-Ronald Reagan

4-Gorbaçov

Dolabın kapağında orta boy Hülya Avşar fotoğrafı yapıştırılmış. İngilizce çalışmış. Aşağıdaki boşlukları gereken durumlarda "a" ya da "an" ile doldurunuz. Bahri öğretmen bize döverek öğretmişti. Sayılamayan kelimelerin başına "a" ya da "an" gelmez.

Şeker, pirinç, para İngilizcede sayılamaz kelimelerdir. Cem ağabeyim ondan dayak yemediği için "sugar" kelimesinin önüne "a" koymuş. Yanlış! Hülya Avşar fotoğrafına şaşırmadım. Geçen hafta onun kasetini almıştı.

"Ben böyle çaresiz sen başka kollarda

Ne diyeyim sevgilim, her şey gönlünce olsun"

Allah'ım bu ne çirkin bir ses! Oyunculuk sıfır, ses sıfır ama gazetelerde fotoğrafı var. Aslında ağabeyim sevgilisi Hülya Avşar'a benzediği için bu fotoğrafı dolaba yapıştırmış. Sevdiği kız karşı mağazada çalışıyor ama kıza açılıp açılmadığını bilmiyorum. Balkona çıkıyorum. Sokak boyunca sadece beş tane araba saydım. Yatakta dönüp dönüyorum cır cır böcekleri dışarıda ötüyor bir öykü okuyorum.

"Sorako kızları"

İkinci dünya savaşında bir ay boyunca Alman askerlerine "hizmet eden" Yahudi kızları bir ay sonunda kurşuna diziliyor ve yenileri geliyor. Gündüz ağabeyimin bürosunda ise Buddenbrook ailesini okuyorum oldukça kalın bir kitap. Yıllar sonra ağabeyim Kuşadası'na yerleşip altmışlı yaşlara yaklaştığında Tanrı'nın yok olduğuna inanacak. İnsanoğlu evrende yalnızdır ve sonsuza kadar yok olup gideceğiz! Tanrı öldü! Dürüst olmak gerekirse yirmili yaşların sonunda Tanrı'ya isyan etmeye başlamıştı. Sevdiği kızdan ayrılmasının tek sorumlusunun Tanrı olduğunu düşünüyor, günde üç paket sigara tüketiyordu.

***

***

-Anneanne, nasılsın; ben geldim!

-Hoş geldin, Necmettin. Seni çok severim bilirsin, ah bir de adın Necip olmasaydı. Ben sana Necmettin diyorum, o şerefsiz adamın ismini ağzıma almak istemiyorum.

Sohbete başlarız. Kızgın güneş karşıdaki dağın tepesinden kaybolur. Sıcak yaz gecesi başlar.

Ben uyuyamam. Müzik dinler matematik çözerim.

x2+5x+6=0 Denklemini çözünüz. İlk olarak delta hesaplanır. 25-

24=1

Ve kökler bulunur. Birinci kök (-5+1)/2=-2 İkinci kök ise (-5-1)/2=- 3 En sevdiğim konu budur.

***

***

-Ne yapalım şimdi dedi Suat, hilal bıyıklarını parmakları ile düzeltirken.

-Cumhuriyet gazetesi satan bakkalı mı yoksa devrimci bozuntusu Hakan'ı mı?

-Boş ver bakkalı Tekin Öğretmen'in oğlundan söz ediyorum. Uygun bir zamanda bir abdest aldıralım ona.

-Tam gazete alırken silkeleyelim dedi Suat abi. Her sabah dokuz civarı halasının oğlunun mağazasına inip o komünist gazetesini alıyor.

Belki tanırsın Ahmet ve Mehmet Taşdemir kardeşler. Deli veli Abid hocanın oğulları.

-Nizip'te Abid hocayı tanımayan adam var mı, oğlum? Adam bir elinde şarap şişesi diğer elinde Kuran ile çarşı camiinin önünde vaaz veriyor.

Mehmet nasıl biridir bilmem ama Ahmet zampara bir adam. Askerden yeni geldi bir an evvel evlenmeli dedi Suat. Biraz düşündü sakalını avuçladı. Sabah sabah olay çıkarmayalım. Gece sağa sola yazarken yakalarız nasıl olsa.

Şimdi Cumhuriyet Mahallesi esnafından ülkücü gençlerin eğitim masrafları için yardım toplayalım. Mahalleye yeni taşınan bir adam var, manifaturacı İsmet. İki daire ve murat 131 araba aldı.

-Vatandaş Sümerbank'tan yoruldu artık, Suat abi, herkes manifaturadan alıp evde dikiyor.

-Yarın ziyaret edelim İsmet ustayı. Bugün bildiri dağıtacağız unutmayın.

Bu arada Hakan üzerinde Deniz Gezmiş parkası ile her sabah olduğu gibi gazeteciye geldi. Cumhuriyet henüz gelmedi dedi, Ahmet. Bugün biraz gecikti. Nasılsın? Bir çay söyleyeyim. Hakan beklemek için küçük iskemle alıp oturdu. Ahmet ise ben kapı önüne çıkıyorum deyip yanına ilişti. Mehmet gazeteleri yerleştirmeye başladı.

Ön sırada Hürriyet, Milliyet ve Cumhuriyet,

(cumhuriyetin yeri şimdilik boş kaldı) Arka sırada Milli gazete ve tercüman. Müftülük camii imamı her sabah olduğu gibi Milli Gazete alıp cübbesinin altına sıkıştırdı. İmreniyorum bu sakallıya dedi Ahmet. Lojman var maaş var günde beş defa yatıp kalkarak para kazanıyor softa.

"Din, bir afyondur halam oğlu" dedi hakan. O yıllarda "kuzen" kelimesi icat edilmemişti. Manifaturacı İsmet ağır kepengi büyük bir gürültü ile kaldırdı. "Mahallemizin yeni sakini" dedi Ahmet.

- "Artık köylüler de Cumhuriyet mahallesine yerleşiyor, çok genç bir karısı var. Köylü olmak vardı!"

-"Çok kazanıyor galiba" dedi Hakan. Bir an düşündükten sonra,

-"Sadece İsmet Yıldız değil tüm manifaturacılar çok kazanıyor. Vatandaş çareyi kendi elbisesini dikmekte buluyor. Ne yazık ki kapitalist sistem halkımızı her geçen gün daha da fakirleştiriyor." dedi.

Manifaturacı İsmet "bismillah" deyip anahtarı deliğe soktu. Bir elinde nohut dürümü vardı. Büyük oğlu Süleyman'a çay söylemesi için işaret etti. Sıcak çay eşliğinde bol acılı nohut dürümü en pratik kahvaltıydı. Nohut bir gece evvelden ıslatılır, sabah erkenden kemik suyu ile uzun süre haşlanırdı. Kulak memesi kıvamına gelince bol soğan doğranır, yüzüne ince kıyılmış maydanoz serpilirdi. Müşteri isterse dürümüne limon sıkıp pul biber ekler ve afiyetle yerdi. Tekin öğretmen gün ağarmadan nohut alıp dürümünü evde hazırlar küçük oğlunu uyandırmaya kıyamazdı. Oğuzhan yüzünü yıkayıp nohut dürümünü yedikten sonra vilayete giden

belediye otobüsü Mercedes 0-302 'ye biner kırk dakikalık yolculuktan sonra ilk derse yetişirdi. Kuzeni Necip aynı servise biniyor olmasına rağmen farklı koltuğa oturur, iki yabancı gibi otobüse kadar ayrı yürürlerdi. Süleyman çok garip buldu bu durumu hem akraba hem komşu olan iki çocuk biri önde biri arkada konuşmadan her sabah belediye otobüsüne varırdı. Barak köyünde ise komşuluk ve akrabalık ilişkileri çok önemliydi. Cumhuriyet mahallesinde adet böyleydi herhalde dedi kendi kendine. Babasının yeni aldığı Murat 131 'in camını silerken.

***

Vakit gece yarısını geçti, İsmet'in tamir ettiği vantilatörü çalıştırdım. Tam karşımda gürültülü bir şekilde dönüyor. Çocuklarımı düşünüyorum. Acaba aşağıda neler yapıyorlar, evlilikleri nasıl? Beni bu barakaya tek başıma bıraktılar, ev kedisiymişim gibi önüme bir kap yemek bırakıp gidiyorlar. Gündüz Türkan geldi yanıma biraz sohbet ettik üstüne İsmet de geldi, anteni dönmüş onu düzeltecekmiş, barakamın üzerindeki teneke çatıya çıkarken kıza bağırdı, doğru düzgün otur karşımda! Sana mı soracağım dedi Türkan, burası annemin evi. Ona bakınca geçmişe gittim, küçük bir kız çocuğu olduğu günleri anımsadım. Geceleri yanıma sokulup bana yalvarmaya başlardı.

-Anne? Uyudun mu?

-Uyumadım.

-Sakın uyuma anne. Sen uyuyup horlamaya başladığın zaman hemen geliyor.

-Merak etme uyumam.

-Keşke babam bizi bırakıp gitmeseydi. Ona derdimi anlatırdım, iyice döverdi bu pisliği.

Tekin abime söylesem mi? O dövse şunu belki bir daha yapmaz.

-Çocukları kavgaya tutuşturma Türkan, sana öyle gelmiştir, benim oğlum yapmaz öyle şey. Sen üşüme diye üzerini örtmüştür.

-Her gece mi anne? Her gece mi üzerimi örtüyor? Tekin abim neden gelip üzerimi örtmüyor o zaman?

Her sabah beni okula bırakıyor, kalemimi kitabımı alıp derslerime yardım ediyor ama o sapık gibi ben uyurken ellerini üzerimde gezdirmiyor. Uyudun mu anne?

Ben çoktan uykuya dalmış olurdum. Dört çocuğa hem annelik hem de babalık yapmak kolay değildi. Her kahvaltıda yoğurttan başka yiyecek bir şeyimiz olmazdı. Kocam olacak o adam yeni karısı ile cicim ayları yaşarken biz kuru ekmeğe muhtaçtık. Türkan ile para istemek için beyefendinin tamirci dükkânına gittik, dönüşte köşe başında bir kalabalık toplanmış, zavallı bir genci kıstırmışlar herkes dövüyor nasıl üzüldüm çocuğa.

Neden dövdüklerini sordum.

Kalabalıktan öfkeli bir adam derin nefes aldı, bu pislik çocuğunu emziren zavallı kadını pencere önünde kendini tatmin ederek izliyordu dedi. Başındaki kalabalık dağıldığında yüzü kan içinde olan gencin küçük oğlum olduğunu fark ettim. Kızımın elinden tutup hemen uzaklaştım, bizi görmedi, çok şükür! Evet, Türkan haklıydı sabaha kadar kızın başında nöbet tutmam gerek çünkü oğlum içinde etrafında bir dişinin olması yeterli, kız kardeşi de olsa ilk bulduğu fırsatta ellerini üzerinde gezdirir zavallı yavrumun. En iyisi Tekin'e anlatmak, abisinden çekinir yapmaz belki. Bugün anteni çevirirken bile beş çocuk annesi olmuş kadına bakıyordu. Masum görünmek için bir de kızdı. Doğru oturmalıymış! Bence sen bakışlarını ondan uzak tut! Ben bu çocuğun evlendiği zaman düzeleceğini başkalarının evini gözetlemeyeceğini sandım. Güvercinler tepemde yine tenekeden yapılmış derme çatma, çatıya konuyorlar.

-Ayağım kangren olmasaydı bu soysuza vermezdi babam beni. Üç tane sabun imalathanesi sahibi zengin adamın damadı olacak adama bak! Ah, Mustafa, Ah!

Yıllarca bekledim seni yedi yıl sonra nişanı bozup beni bu soysuza bıraktın dükkânındaki kuru incir torbandan birkaç tane aldı diye küçük kızımı nasıl dövmüş. Ellerin kırılsın Necip Gümüştaş! Ayak sesleri geliyor. Bu saatte kim acaba?

-Uyudun mu nine? Ben necip

-Gel oğlum sesin Oğuzhan'ın sesine ne kadar da benziyor

Bu yaz tatilinde video kiralama dükkânında işe başladım. İlk önce yaz sıcağında yokuşu ter içinde çıkıp pasaja giriyorum, manavın yanındaki küçük dükkân.

İnsanlar hep küçük Emrah kiralıyor. Gençler ise yarasa adam filmini seviyor. Patronum genç bir adam, süper ekip Miami'de filminin ismini söylerken Miami şehrinin ismini yazıldığı gibi okuması benim için oldukça komik; onun çok muhafazakâr olduğunu düşünüyorum. Gerçi bu kasabada herkes için aynı şey geçerli.

Gençler buluşmak için kırk dakika yol gidip vilayette bir kafede oturuyor.

Bu kasabada bayan öğretmenler dışında kadınlar kapalı, patronumun eşi de öyle türban takıyor. Geçen hafta patronum elime parayı tutuşturdu, büyük bir karpuz al eve götür dedi.

Ev çok uzakta değil ama ben ne kadar da beceriksizim!

Koca karpuzu yere düşürdüm ve poşetin içinde ikiye ayrıldı. Bu şekilde getirdiğim için patronun eşinin yüzü asıldı.

Kapıyı açmadan önce uzun pardösü giymiş türban takmıştı. 15 yaşında olmama rağmen onun için namahrem sayılırdım. Dükkâna döndüğümde patronum kızdı çabuk gidip gelip gelmem gerekmiş.

***

Patronumun evinde tüm perdeler kapalı evde hayaletler var gibi ne tesadüf ben karpuzu götürürken Saadet teyzemin büyük oğlu ile karşılaştım. Dükkânı Mehmet ağabeye bırakıp gezintiye çıkmıştı anlaşılan. Bir hafta sonra bir kilogram domates iki kilogram patlıcan alıp yine yola koyuldum.

Ne tesadüf!

Ahmet ağabey yine bu sokaktaydı. Nefes nefese kalmıştı sanki halı saha maçından çıkmış gibiydi. Ertesi yaz tüm kasaba aynı konuyu konuşuyordu. Ben videocu yerine gazetecide çalışmaya başlamıştım. Ahmet ağabey bir gece gizlice otobüse binip İstanbul'un yolunu tutmuştu. Eve her sipariş götürdüğümde o sokakta neden ona rastladığımı anlamıştım.

Patronun evinin karşısında Hacı Leylek Câmi vardı. Bu câminin imamı namaz kıldırmaktan arta kalan vakitlerde işi gücü bırakıp Ahmet ağabeyi izlemişti. Patronum öğle yemeğini her gün aynı saatte yedikten sonra evden ayrılıyordu. Yarım saat sonra Ahmet ağabey gizlice patronunun evine giriyordu.

Patronun türbanlı Hanımı ile yasak ilişki yaşıyordu! Camii imamı patronuma her şeyi anlattı. Korkudan bizimki Çayır ağası Turizmin 0302Mercedes-Benz otobüsüne binip gurbet yoluna düşmüştü. Patronum eşinden ayrılıp yeniden evlendi. Karısının ise öldürülmesi gerekiyordu. Bizim kasabamız çok namuslu! bir kasabaydı ancak patronumun eşini öldürünce yıllarını demir parmaklıklar arkasında geçirmek istemeyen erkek kardeşleri, annelerinden ricada bulundu.

-Bizi katil etme anne şuna fare zehri ver içsin.

-Haklısınız dedi anneleri al bakalım güzel kızım iç şunu oğullarımı hapse göndermem ben.

Zavallı içerken yarısını üzerime döktü akıllı kızım benim diyordu annesi saçlarını okşarken. Cenazesi hastaneye geldiğinde organları alındı ve kimsesizler mezarlığına gömüldü. Namuslu kasabamızda hiç kimse polise gidip bunun intihar değil cinayet olduğunu bildirmedi.

***

-Biz doğuluyuz dedi annem telefonda bizim için namus başta gelir.

Üniversite yıllarında batılı sevgilim ile evlenmeye karar vermiştim. Sevgilim benden önce bir ilişki yaşadığını söyledi. Sizin oralarda ilk gece çarşafa bakılırmış, öyle mi? Hayır dedim o işler geçmişte kaldı (yalan!)

Ailem bu ilişkiye onay vermedi. Bu yolda artık yalnızdım. Sevgilim istenmeyen gelin olduğunu anladı anda terk etti beni. 26 KC 751 plakalı beyaz Renault arabasına binip hızla uzaklaştı. Çok pişman olup bana geri dönecek dedim içimden. Hiç kimse onunla evlenmeyecek ve tek başına sıcak yatağında hayata veda edecek. Her öngörümde olduğu gibi bu sefer de yanılmıştım.

***

***

O geceyi hatırlıyorum ben yabancı müzik dinleyip zıplarken anneannem teras katındaki barakada felç geçiriyordu. 1994 yılının ilk dört ayını felçli olarak geçirdikten sonra aramızdan ayrıldı. Bu dört ay boyunca üniversite yaşamına alışmaya çalıştım. İlk olarak kot pantolon altına kundura giymenin yanlış olduğunu düşündüm. Sınıf arkadaşlarım daha ilk haftadan kaynaştı ve flörtler başladı. İzmirli bir asker kızının güzelliğini uzaktan izlemek hoşuna gidiyordu. Ben onu izlerken Dilek en uzunu bir ay süren ilişkilerine ara vermeden devam ediyordu. Benim de üyesi olduğum medeni cesaretten yoksun olanlar kızlardan uzak olmayı tercih etti.

Bu satırları yazarken "It is my life" dinliyorum. Anneannem ile yaptığımız uzun sohbetleri özlüyorum.

Eskişehir, sokakları çamur içinde, hava kirliliği yüksek bir yer.

İlk günümde Eczacılık Fakültesi kapısından içeri girmek yerine o uzun yolu yürüyüp ana kapıdan kampüse girdim. Gençliğim göz doktoruna muayene olup ucuz gözlük kullanmakla geçti. En azından üniversitede gözlükten kurtulmaya karar verdim. Bu nedenle "Mavi Hastaneye" gidip lens almaya karar verdim. Muayene sırası beklerken uzun boylu esmer bir kızın yanına oturdum. Sohbet etmeye başladık. Eğitim iletişim planlanması okuduğunu söyledi benim gibi birinci sınıf öğrencisiydi. Hastaneden beraber çıkıp yemekhaneye kadar yürüdük, onu yemeğe davet etmeyi düşündüm ama medeni cesaretimin yeteri kadar yüksek olmaması ve reddedilme korkusu baskın geldi.

Birkaç ay sonra okul çıkışı otostop çekerken tanımadığım kız bana selam verdi.

-Hayırlı olsun. Lens almışsın.

-Ben sizi tanıyamadım.

-Beni hatırlamadın mı? Ben Gonca.

-Neyse hatırlamana gerek yok.

Yüzü asıldı ve hızla yanımdan uzaklaştı. Onu tanımama çok kırılmıştı. Bir hafta sonra fakültesine gidip özür diledim. Yıllar sonra onu kucağında bebeği ile otobüs durağında gördüm. Bu kez o beni tanımadı. . Evlenmiş iki çocuk annesi olmuş ve eşinden ayrılmıştı. Sosyal medya da fotoğraflarını beğenip mesajlar yazdım ona. Eşim ile arkadaş oldular. Çocukları ile evimize gelip bize misafir olduğu zamanlar oldu.

***

-Nasılsın Hakan?

-1978 yılına yakında veda edeceğiz?

-Yılbaşı gecesi ne yapacaksın yoldaş?

-Ben yılbaşı gecesine inanmıyorum yoldaş.

-O gece içki içip hindi yemek bence bir devrimciye yakışmıyor. Bu arada dün gece kıraathanede anlatılanlar hakkında ne düşünüyorsun? Kahramanmaraş'ta yaşayan Alevi kardeşlerimiz için huzursuz bir ortam olduğu konuşuluyor. Faşistler alevi yoldaşlara saldırabilir. Bazı Alevilerin evlerine işaretler konmuş. Toplantı için bu akşam yola çıkacağım. Türkoğlu'nda toplanıp genel bir durum değerlendirmesi yapacağız.

-Sence hedef sadece Aleviler mi, yoldaş Hakan?

-Bu güzel bir soru arkadaşım. Gerginlik sadece alevi Sünni mezhep farkından kaynaklanmıyor. Faşist ülkücüler Kürt yoldaşları yok etmek istiyor. Suat, Ökkeş ve Abuzer geçen hafta Maraş'a gitmiş. Türk ocağında toplanmışlar. "güneş ne zaman doğacak" filmini izleyeceklermiş. Film çıkışında ses bombası atacağız. O faşistler korksun.

-Gösterime Ülkücü Gençlik Derneği Kahramanmaraş şube başkanı Mehmet Leblebici ve ikinci Başkan Mustafa Kanlı dere ve ülkücü genç olan Ökkeş Kenger de gelecek. .

Maraş dolmuşunda daha uzun boylu konuşuruz. Dedi hakan. O sırada soluk soluğa kalmış bir yoldaş kahveye girdi. Yoldaşlar, duydunuz mu?

Kalabalık sağcı bir grup ile Türkoğlu ilçesinden gelen bir grup ülkücü Cumhuriyet Halk Partisi il merkezine, PTT ve Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) binalarına saldırmış. Olayların büyüyeceğini düşünüyorum dedi hakan. Hemen yola çıkmalıyız.

***

Tekin öğretmen öğretmenevinde sigarasını tüttürürken derin düşüncelere daldı. Büyük oğlu için endişeliydi. Memlekette günde yirmi kişi hayatını kaybediyordu. Teoman ise dersleri boşlamaya başlamıştı. Anadolu lisesini kazanmak büyük bir başarıydı evet ama son günlerde okuldan kaçmaya kız arkadaşı ile vilayette buluşmaya başlamıştı.

En küçük oğlu Oğuzhan'ın doktor olacağına inanıyordu. Teoman kadar zeki olmasa da azimli bir çocuktu.

Doktor olmak için gerekli olan buydu: azimli olmak! İnsanlar sırası gelip muayene odasına girdiği zaman doktorun karşısında esas duruşta bekliyordu. Üstelik doktorluk çok kazandıran bir meslekti. Sadece yarım gün devlet hastanesinde çalışıp öğleden sonra özel muayenede maaşının en az üç katını kazanıyorlardı. Eşi şükran öğretmen bir kız çocuğunun olmasını çok istiyordu. İsim de düşünmüştü. Neslihan.

Hakan Teoman Oğuzhan ve Neslihan. İsim sırası kafiyeli olmuştu. Sigara kül tablasında içmeden bitivermişti. Nasıl da dalmışım! Bu sırada Fatih öğretmenin sesi ile irkildi. Hayırdır, Karadeniz'de gemilerin mi battı? Merhaba enişte dedi tekin hoca, hoş geldin. Kardeş apartmanının harcını kazarken bize yardım etmek yerine kahvede çay içtin ama ne kader ki; sana mecburum, kız kardeşim Türkan'ın kocasısın diye düşündü. Sonra derin düşüncelerinden sıyrıldı.

-Çay içer misin enişte?

O sırada küçük Oğuzhan geldi.

-Baba büyük ağabeyim, Maraş'a gitti.

Necip geçmişe gitti yine, askeri darbe öncesi ülkeyi hatırladı. 100'den fazla kişinin hayatını kaybetmesine, yüzlerce kişininse yaralanmasına sebep olan 'Maraş katliamının' üzerinden 43 yıl geçmişti.

12 Eylül darbesine yol açan olaylardan biri olarak görülen Maraş katliamında genellikle Alevi kökenliler hedef alındı. Yıllarca süren yargılamalarda 29 idam ve 7 müebbet kararı verildi. 1978'de Maraş'ta yaşanan olaylarda resmi rakamlara göre 100'den fazla kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı, 210 ev, 70 işyeri tahrip edildi. Resmi olmayan beyanlara göre ise hayatını kaybedenlerin sayısı 500'ün üzerindeydi. Katliamla ilgili 804 kişi hakkında dava açıldı; sanıklardan 29'u idam, 7'si müebbet hapisle, 321 kişi de 1-24 yıl arasında hapisle cezalandırıldı.

Maraş Katliamı, 19 Aralık ile 26 Aralık 1978'de Kahramanmaraş'ta vuku bulmuş ve saldırılar genel itibariyle Alevilere yönelik yapılmıştır. Olaylarda Alevilere ait 200'ün üzerinde ev yakıldı, Yüze yakın işyeri tahrip edildi. Yirmi üç yıl süren davalar sonunda 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında ceza aldı. Katliamda önemli rol oynayan 68 kişiye ise ulaşılamadı. Maraş'ta yaşanan katliam 12 Eylül darbesine sebep olan olaylardan biri olarak görüldü. Millî İstihbarat Teşkilatı'na göre olayların başlamasında " Türk-Kürt meselesi" de etken olmuştur.

Kalabalık sağcı bir grup ile Türkoğlu ilçesinden gelen bir grup ülkücü Cumhuriyet Halk Partisi il merkezine, PTT ve Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) binalarına saldırdı.

Olayların büyümesi üzerine o zamanki Kahramanmaraş valisi Tahsin Soylu kente askeri güç gönderilmesini istemiş, ancak talebi uygun görülmemiştir. 24 Aralık'ta saldırıların güvenlik görevlilerine yönelmesi üzerine, halkla çatışmayı önlemek gerekçesiyle kentteki bütün polisler görev dışı bırakıldı. Sünni kesim bundan istifade ederek Aleviler

üzerindeki baskılarını arttırdı. Kentte durum kontrolden çıkarken, il genelinde huzursuz bir ortam oluştu.

Bir hafta süren karşılıklı saldırıları önlemek amacı ile kente, Kayseri ve Gaziantep'ten askeri birlikler gönderildi. Çoğunlukla sağ ve aşırı sağ görüşlü olarak nitelenen toplam 804 kişi hakkında dava açıldı. Sıkıyönetim mahkemelerinde açılan davalar 1991 yılına kadar sürdü. Sanıklardan 29'u idam, 7'si müebbet, 321'i de 1-24 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldı.

İdam ve müebbet dışında hapis cezası verilenlere 1/6 oranında indirim uygulanarak cezalar azaltıldı.

Sıkıyönetim mahkemesinin idam kararları da Yargıtay tarafından bozuldu. Katliamın müdahil avukatları Ceyhun Can 10 Eylül 1979'da, Halil Sıtkı Güllüoğlu 3 Şubat 1980'de ve Ahmet Albay 3 Mayıs 1980'de öldürüldü.

Hapis cezası alanların cezaları ise 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu ile ertelendi. Hükümlülerin cezalarının ertelenmesinin ardından serbest bırakıldı.

***

-Necip evde mi? Aşağı oynamaya gelirdi. (komşumuzun oğlu Süleyman bana bu şekilde hitap ederdi)

-Necip gel futbol kartlarımızla oynayalım.

Sen başla.

İlk kartımı tozlu betona koydum

21 numara Cevad Prekazi. 2 numara İsmail

Sıra bende.

Elimdeki destede en üstte bulunan kartı yere bırakıyorum. Dizlerim kabuk bağlamış yaralarla dolu.

Köşe başındaki boş evin avlusunda oynuyoruz.

3 numara Kovaçeviç (bjk)

-Bu pazar beni maça çağırmayı unutma Süleyman.

-Necip geçen hafta seni ileride oynattım. Çok gol kaçırdın, topu sürüp kaleye yaklaşmak varken uzaktan vuruyorsun, uygun pozisyonda ise topa sertçe vurmak yerine ceza sahasına girmeye çalışıyorsun.

-Hadi be Süleyman!

3 numara kovaçeviç'ten sonra sıra bende kartımı yere bırakıyorum 7 numara Uğur Tütüneker (GS)

-Bu maçta ileriye Ömer'i koyacağım. Şimdiye kadar ona şans vermedim.

32 numara Fatih Terim (defans –GS)

-Tamam, Süleyman ona şans ver ben de savunmada durayım. Defansa razıyım hadi be Süleyman! Sen takımları oluştur, Barak köyünden arkadaşlarında gelecek mi?

42 numara Şeker Begoviç (BJK)

Onlar olmadan takım olmaz, Necip.

Yerde futbolcu kartları birikmeye başlamıştı. Kaybetme korkusu ile sıramı oynadım.

-Kaç tane bilyen var Süleyman?

99- Erhan

(Sakallı – Galatasaray'da defans oynuyor. )

-Söylemem!

-Süleyman senin kalbin mi delik?

-He.

-Maç oynarken hızlı koşamazsın değil mi?

-O yüzden her maç savunmada duruyorum ya.

-Yarışalım mı?

-Tamam. Akif'i de çağır. Yarış buradan başlayacak. Cumhuriyet İlkokulunda bitecek.

Kartını yere bıraktı.

13- numara hami mandıralı (Trabzonspor)

-Kabul ediyorum, Süleyman. Size avans vereceğim. Sana ve kardeşine birkaç metre avans vereceğim. Çağır Akif' i evdedir şimdi.

11-numara Semih yuva kuran

Akif biz çağırmadan elinde karpuz çekirdekleri ile yanımıza geldi. Ben de biraz aldım ama kokudan yiyemedim. Midem bulandı hepsini iade ettim.

Öğlen patlıcan kebabı yedik diyor Akif. Yemekten sonra ellerini yıkamadın mı?

Ay çekirdeklerinde yağ ve koyun eti kokusu var.

27 numara Ünal (TS)

-Sıra senin Süleyman

-Ulan Akif git elini ağzını yıka!

-Yoksa seni burada kaldırır yere vururum!

Diyor Süleyman.

27 numara ümit (Zonguldak spor)

Ve kaybettim. Süleyman büyük bir sevinç ile yerde biriken kartları ceplerine dolduruyor. Hiç kısa pantolon giymez. Babasının mağazasından alınan kumaşla annesi diker ve cepleri hep büyüktür. Dükkânda işim var deyip ayrılıyor Süleyman. Akif ile ben baş başa kaldık. Duydun mu Neco? KİP mağazasına yeni bir çırak gelmiş. İsmi de bir acayip: "Taylan"

Başına i harfi eklesen İtalyan olur. (Sırıtmaya başladı kocaman ağzı ile)

- gülle oynayalım mı, Neco?

Çemberi sen çiz.

O yıllarda tebeşir sıkıntısı çekmezdik. Bazı evlerin duvarlarından dökülen parçaları kullanırdık. Büyük bir çember çiziyorum. Çemberin üzerine bilyeleri rastgele yerleştiriyoruz. İkimiz de üçer tane koyduk.

-Neco! Utarım seni diyor Akif. Sakın ağlama kaybedince süt çocuğu!

- Bu Talyan mıdır Taylan mıdır, kartvizit oyunundan oynar mı?

-Evet diyor Akif elinde çok kartvizit var, zengin yani, hadi Neco ilk atışı sen yap senin gibi apartman çocukları önce başlamalı.

-Çizdiğim çemberin üç adım (çocuk adımı tabii) gerisinde uzun bir doğru çizmiştim.

Doğrunun arkasına geçip yere çömeliyorum. Nişan alıp atışımı yapıyorum. Çok da kötü değil, en azından büyük çembere yaklaştım. Bununla birlikte Akif ilk atışta bilyelerden birini çemberin dışına çıkarmayı başarırsa onu kazanmış oluyor ve tekrar atış yapma hakkı kazanıyor. - Taylan'da kartvizit çok çünkü babası avukatmış. Futbolcu kartlarından sonra en önem verdiğim ikinci oyun kartvizitlerle oynamaktı. Oyun şu şekilde oynanır:

Yere atılan kartvizitteki telefon numarasının son basamağına bakılır. Bu rakamlar örtüşürse pişti olur ve son kartı atan kazanır. Neco, at bakalım diyor kartını Akif. Sonra ekliyor:

-Süt gibisin Necip, sana bir kere sığdırmayı çok isterdim.

-Neyi? Dedim ben de aptalca.

Taylan ile ilk kartvizit oyunumuzda büyük bir şok yaşadım. Sıra ondaydı. Desteden seçtiği kartvizitte şu yazıyordu:

Avukat

Bahattin ALAGÖZ

-Taylan ben bu ismi tanıyorum dedim sevinç içinde. Bu adamın kızı benim sınıf arkadaşım. İsmi Pınar.

-o benim ablam olur dedi Taylan.

O gün öğlene kadar hep kazanıyorum. Elinde kartı bitince para karşılığı ona kart verip tekrar oynuyoruz. Zengin çocuğu olduğu için bol para veriyor. Ben de kazandığım parayı anneme veriyorum. O da çok memnun oldu. En son bir torba dolusu zeytin getirdiğimde böyle mutlu olmuştu. Taylan da benim gibi âşık. Salih ekmekçi ilkokulunda hademelik yapan bir adamın kızına deliler gibi âşık. Saf ve temiz bir çocukluk aşkı bu. 1982 yılında benim Özlem Ayşe'ye olan hislerim gibi…

Bu aşkın kaderi de ayrılıkmış ne yazık ki, babası milletvekili seçilen Taylan Ankara'ya taşınıyor. Birden yaşamından çıkıyor fakir kızın. Ankara'daki yeni yaşamında onu unutmuyor mektup yazıyor telefon ediyor. Pınar ve annesi bu fakir kızın Alagöz ailesine layık olmadığını düşünüyor. Evlenmelerine engel oluyorlar ve onsuz yaşamın anlamsız olduğuna karar veriyor esas oğlan, hayatına son veriyor. Onun intiharı gazetelerde manşet oluyor. Bir intihar olayı ne zaman magazin haberine dönüşür? Bir önceki çarşamba akşamı Siyaset Meydanı'nda magazin gazeteciliği konuşuluyor.

Canlı bir tartışma olacağının işaretini Okan Bayülgen verdi. Gene hemen belli oldu ki, Ali Eyüboğlu da ona karşı birikmiş öfkesini her fırsatta açığa vurmaktan geri durmayacak. Selim Akçin de gazeteci arkadaşıyla birlikti. Okan Bayülgen kavgaya dünden hazır, ama Ali Kırca daha fazlasına fırsat vermedi. 17 millî kanal bu reklam pastasıyla beslenemez, diyor. Bu sayının altıya, yediye indirilmesi lazım ki kanallar

reklam temini için bugün olduğu kadar zorlanmak ve ödün vermek durumunda kalmasın. Okan Bayülgen bir noktada ısrar ediyor:

– Reyting ve para kazanma sebep ve amaç mıdır, yoksa sonuç mu?

Önce bu yanılgıdan kurtulmalıyız!

Ali Saydam:

– Gazete satışları magazin haberleriyle de artmadı, diyor. Reklam verenlerden bir iş adamı «Türkiye'nin seviyesi Mehmet Ali Erbil çizgisidir, diyordu. Türk halkı Nurseli İdiz'le, Okan Bayülgen'le ilgili haberlere o kadar da itibar etmiyor. Böyle olsa AKP iktidara gelmezdi. Orhan Pamuk mesela, basında ilk üçe girerken, halkın gündeminde ilk 20'ye bile girmiyor. Bu eksen üzerinde konuşalım. Ama konuşamıyoruz.

Can TANRIYAR göze aldıkları fedakârlığı söylüyor. O kadar tutulmasına rağmen Televole adından vazgeçmişler. Nurseli İdiz, «Eski sevgilisinin kapısına bıçak sapladı, bir başka gece otelde dağıttı" haberlerini veren 17 ayrı gazeteden birinin olsun, açıp da ne olduğunu ona sormayışından şikâyet ediyor. Doçent Âdem Sözüer, hukuk vasatında düşünmeyi ve konuşmayı sağlamaya çalışıyor.